Patrick uyuyordu.
***
Açık pencerelerden içeri sineklerin girdiği bir kentten bahsediyoruz. Hırsızlara ve güvercinlere yer yoktu burada. Işığı gören sinekler üşüşüyordu içeri. Günümüz dünyasından farkı, sinek kovanların olmayışıydı. Bugün hemen hemen her pencerenin ardında yer alan zehirler ve alarmlara kimse gerek duymuyordu. Sebebi güven değil, kimsesizlikti. Tembellik ve çalınacak kadar değerli bir şeyin olmayışıydı. Sokakları boş, terasları antensiz ve çöp tenekeleri gereksizdi. Bu antensiz teraslardan birinde yaşayan ilginç bir kadın vardı. Tıpkı sinek sever bu kentte, evine sinek kovan asan tek adam kadar ilginçti… Daha bile fazlası:
Küçük bir güvercin kümesi vardı, o ve beyaz güvercini anca sığıyordu içeri. Beraber uyuyorlar ve kahvaltı ediyorlardı. Yedikleri yemekler de kendileri kadar benziyordu birbirine. Geçirdiği kötü günlerin sonunda, Tanrı tarafından gönderilmiş bir armağan gibiydi genç kadına. Evet, bu kentte bir Tanrı vardı.
Şimdi, gelelim evine sinek kovan takan ilginç adamın hikayesine… Emin olabilirsiniz ki amacı kesinlikle sinek öldürmek değildi. O, bir heykeltıraş kadar yalnızdı. Etrafını balmumundan insanlarla doldurma ihtiyacı duyuyordu kısacası. Ve o sinekler, o heykellerin üzerine konmayı çok seviyordu. O titiz bir adamdı. Konan sinek cesetlerini temizlemeye çalışıyor ve titreyen elleri yüzünden bir türlü başaramıyordu. Sinek kovan takmadan önceki istisnasız her heykelinin bir uzvu kusurluydu. Kusursuza yakın bir muntazamlıktaydı bu kusurlar.
Ve kentte tabii ki de hayat vardı. Sokakları kalabalık, çöp tenekeleri doluydu. İki ilginç insanın bunun farkına varmasını beklemek büyük bir hataydı. Bunu en iyi anlatacak kişi eser sahibi, Tanrı’ydı anlayacağınız.
Kalabalık bir kentin, içi kalabalık bir kafası olur demişti biri. Güvercin Kadın’ın da kalabalık bir kentten halliceydi kafasının içi. Onu gerçekten soyutlayan hayalleri, gerçekle barıştıran güvercini ve hayalleriyle gerçeği harmanlayan bir beyni vardı. Tüm bu harmanlama işlemi tamamlandığında ise güvercini gitmişti. Küçük kümes, sırf o yalnız kalsın diye kocaman olmuş, koca kümeste yalnız kalmıştı. Beyaz güvercin iki kanat bırakmıştı ona. Olur da bir gün gitme ihtiyacı duyarsa o kent kalabalığına hiç girmeyip bulutların arasında süzülsün diye. Güvercin Kadın, böylelikle ayrıldı terasından. Giden güvercinini aramaya ya da yeni bir kümes bulmaya.
Şüphesiz ki gittiği ilk pencere heykeltıraşınki değildi. Heykeltıraşın hayatında böyle güzel şeyler olmuyordu. Küçük fanusun büyük balığıydı o. Gölde, dev köpekbalıkları vardı. O sebeple dalmayı denemedi. Bardaktan biraz büyük, fanustan biraz küçük kendi cürmünde bir kabın içinde mutluydu. Herkes kendi içinde başarılıydı zaten, ona göre. Asimetrik heykellerini de böyle güzelliyordu. Güvercin Kadın’ı ilk gördüğünde, anlayamamıştı neyle karşılaştığını. Güneş önünde uçan bir siluetti ya da asimetrik bir heykelinin, göz bebeklerine yerleşmiş bir yansıması. Anlamlandırmaya çalışırken de kayboluverdi Güvercin Kadın, baca dumanlarının arasında. Yolları kesişmişti artık, ayırmak olmazdı. Güvercin Kadın’dan bahsederken unuttuğumuz bir ayrıntı vardı: Sinekler. Sinekler, Güvercin Kadın için kabusun somut haliydi. Sinek kovana ihtiyaç duymayışının sebebi ise güvercininin bu işi layıkıyla yapmasıydı. Şimdi ise o bir güvercindi ve sineklerden korkuyordu. Hırsız görünce canlanıp kaçan bir parmaklık ya da mikrop görünce soluğu mesanede alan antibiyotik gibi.
Güvercin Kadın’ın, sinek kovan kullanmayan heykeltıraşın evine gitmemesi için hiçbir sebep kalmamıştı artık. Konduğu onca pencerede karşılaştığı sineklerden sonra, titrek kanatlarla kondu heykeltıraşın pervazına. Hayatında ilk kez bir mucizeye tanıklık eden ve başrol oynayan heykeltıraş şaşkınlığını gizleyemedi. Zaman içerisinde aşkını da öyle… İnancını beyaz bir güvercinle kazanmış olan Güvercin Kadın, iki beyaz kanatla yeni bir inanç haline gelmişti. Pandora’nın Kutusu kapanırken son anda kaçan türdeşi gibi.
Akıllardan çıkmayan yüzlerce gün yaşadılar. Bunlardan biri, cımbızla çekilip saklanacak kadar değerliydi onlar için.
“Kanatların niye var?”
“Senin ellerin niye var?” diye sormuştu Güvercin Kadın, heykeltıraşın titreyen ellerine bakıp, “Heykel yapmak için sanırım…” diye tereddütlü bir cevap vermişti heykeltıraş.
“Senin ellerin niye var?” diye sormuştu Güvercin Kadın, heykeltıraşın titreyen ellerine bakıp, “Heykel yapmak için sanırım…” diye tereddütlü bir cevap vermişti heykeltıraş.
“Bak işte, benim kanatlarım da bu sebeple sırtımda.”
“Anlamadım ama ellerim heykel yaparken pek de işe yaramıyor… Baksana…” deyip asimetrik heykellerini işaret etti. Güvercin Kadın gülmeye başladı. Asimetrik hayatından bahsetti. Ve masada duran balmumundan bir parça alıp, yanağı göçük olan bir heykele yapıştırıp onu tamamladı.
“Anlamadım ama ellerim heykel yaparken pek de işe yaramıyor… Baksana…” deyip asimetrik heykellerini işaret etti. Güvercin Kadın gülmeye başladı. Asimetrik hayatından bahsetti. Ve masada duran balmumundan bir parça alıp, yanağı göçük olan bir heykele yapıştırıp onu tamamladı.
“Asimetrik hayatlar, asimetrik olan diğer şeyleri meşrulaştırır mı?” dedi heykeltıraş. “Hayır,” dedi Güvercin Kadın, “Fakat titreyen elleriyle heykel yapan bir adamın düzeltemeyeceği bir şey yoktur.”
Heykelin yanağını dolduran balmumu gibi, Güvercin Kadın da bu heykeltıraşın hayatında yer alan bir boşluğu doldurmuştu. Onu heykel yapmaya iten şey yalnızlığı değil içinde yer alan inançmış. Biten yalnızlığı ve artan inancı heykellerinin gözünün, verniksiz parlamasını sağladı. Güvercin Kadın’ın aşıladığı inanç, daha iyi heykel yapacağına değil –hayatın yaşanabilir olduğuna dairdi.
***
Patrick kabus görüyordu. İniltileri Julien’i de uyandırmıştı. Aniden uyandı ve hışımla Julien’e baktı, “Kanatların, kanatları vardı. Güvercin kanatları…” Yarı uykulu bir tavırla eşine bakan Julien, “Ah hayatım,” dedi uyku sersemliğine rağmen son derece romantik bir ses tonuyla, “Kabus görüyorsun, dilediği ağaca yuva yapmış bir güvercin, kanada ihtiyaç duyar mı?” sakinleşip, sarılıp daha güzel rüyalar görme umuduyla gözlerini kapattılar.
***
Güvercin kanatları ise bir süre tozlu vestiyerde kaldı –daha sonra çöplüğü boyladı. Kim bilir hangi evsizin tenekesindedir şimdi.
Kim bilir hangi evsizin bedenini ısıtıyordu Patrick’in yüreğini ısıttığı gibi.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.