
Yaşamayı istediğin her şeyi aynı anda yaşayamadığın için, “yaşanamayanlar” üzerine teferruatlı çözümlemeler yaptın uzun süre. Aileni, sevgilini, dostlarını, işini veya okulunu, yaşadığın şehri, ülkeni, hepsini bir arada yaşamak istedin. Peki, buna ne izin verecekti? Hiçbir şey! Bunu kim sağlayacaktı? Hiç kimse! İşte bütün insanlarla ortak noktan…
Baba ocağı ve anne kucağının kıymetini idrak ettiğinde, onlardan şehirlerce uzakta; sevgilinin ne kadar vazgeçilmez olduğunu fark ettiğinde ona en ulaşılamayacak yerde, geleceğin için ne yapman gerektiğine karar verdiğinde, kapalı kapıların önünde olacaktın.
Bütün bu kaybedişlerin sana verdiği his, dişçi koltuğunda dişini oymakta olan makinenin verdiği hissin aynısıydı: İçini acıyla gıdıklayan… Sesi martıları andıran… Tenhalıkla cezalandırılmış bir kıyı kasabasında, cezanın azabına dayanamamış olan ve kafalarını birbirlerine vurarak kendilerini öldürmeye çalışan martılar… Martıların mahşeri… Suç, martıların değildi; dişini oyan makinanın da… Suç, beyninin üstünden çekip aldığın sıradanlık zarındaydı. Çünkü sadece kendilerini ve parayı sevenlerin olduğu Patroncuklar Dünyası’nda yaşadığını anladığında, yeni bir amaç edinmek için çok geçti. Onlar, harcanarak tükenebildikleri ve elden ele geçerek kirlenebildikleri için paraya benziyorlar, parayı seviyorlardı. Sen ise kimseye benzemiyordun. Sıradan evlatlar için “gurbet” denen, memleketten uzakta olmaktı. Ama sen, doğumundan bu yana, bir o yana bir bu yana, dünyadan gurbettin. Sıradan olanlar için hayat, hiç çalışmadan piyangodan, hiç inanmadan Tanrı’dan medet ummaktı. Bu yüzden hiç ölmeyecek gibi yaşamak onların, her an ölecek gibi yaşamak senin işindi. Ve hep düşünmediğin ihtimalden vurulduğun için, gelişini geciktirmek adına sürekli ölümü düşünüyordun artık.
İnsanlar hayal kırıklığı yaşadığında, şartları suçlarlar. Sen de öyle yaptın… Fakat hayal kurmanın ilk şartının gerçekçilikten geçtiğini geç anladın. Bu yüzden de hayatının ilk gerçek yol ayrımına rast geldin nihayet, ilk gerçek çatal… Zekân, aklın ve gücün değil ama hayallerin değiştirebilirdi her şeyi. Oysa sen sadece geçen ve geçmekte olan zamanı düşünüyorsun ilk kez; ilk kez bir sonraki adımın öncelerce gerisinde…
Bir gün aynaya gözlerini dikmiş dişlerini fırçalarken dilini çenene bağlayan bağı gördün. Ağzından çıkması gereken kelimeleri engelleyen bu bağ gibi, insanlar da yapmamaları gereken şeylere kader denen bağ ile bağlanmıştı. Trajik olan ise, hemen herkesin, bu kaderi Tanrı’nın elinden çıkmış sanmasıydı. Oysa Tanrı, kullarının cürme dayalı cüretlerini görüp kaderlerinden elini çekeli çok olmuştu. Bunun reel kanıtı ise gezegenin Batı’dan Doğu’ya değil, doğumdan “batış”a doğru dönmesi, insanların da doğup-yaşayıp-ölmek yerine ölerek yaşamalarıydı…
Dilinin altındaki bağı gördüğünde, hayatına konuşlanmış bütün bağları koparmaya karar verdin. Başlangıç olarak da kader bağını seçtin. “Üzgünüm Tanrım” dedin, “Üzgünüm… Seni, beni yarattığına pişman ettim…” Başka çare olsaydı Tanrı sana kızardı; ama gerçek kadere yürümeyi seçen kulların tek gidişlik biletleri daima Tanrı’dandı…
Kendi damarlarını birbirlerinden ayırır gibi, başkalarının sana biçtiği kaderden ruhuna uzanan bağları koparmaya başladın. Kasapçasına, cellatçasına davrandığın o renksiz ama kanlı gecede, binlerce “sen” arasında sen de vardın… Ön sıralardaki yerinin bileti ise Tanrı’nın ta kendisindendi…
O geceki ilk mühim vazifen, Polyanna’ya tecavüz etmekti…
*”Elfaz” Serisi, Bilinç Akışı Yöntemiyle Yazılan, Özensiz Yazılardan Oluşur.
Bir Bakıma Beynin Geri Dönüşüm Kutusudur…