Karşı komşumun çöpe ceset taşıdığı sırada evlenme teklifi ettim. Komşuma değil, bir başkasına. Kabul etti. Ne yüzük, ne şarap ne de takım elbise. Balkon, ayaz, komşu, ceset, ve o… Bir de kulağıma ara sıra fısıldayan bir ses vardı, “Sakin ol, kendine gel, olumlu… Daha olumlu,” diyordu bir reiki uzmanının fonda Enigma eşliğinde söylediği tekerlemeler gibi. Dinlemiyordum. Neden dinleyeyim?
Devrik krallara olan saygımdan daha fazladır, devrik cümlelere olan saygım. Bu bir devrik cümleydi. Bana benziyordu. Devrik olmam, kral olmamı gerektirmiyordu. Atanamamış bir memur daha uygundu. Bu bekleyiş ve pes etmişliğin karşısında duran umudun başka bir açıklaması olamazdı. Ben saygı duyulası bir devrik cümleydim! Ve az önce evlenme teklifi ettim!
Saat geç oldu. Yetiştirmem gereken tonla iş vardı ve kafam yerinde değildi. Masamda duran lamba, sigara dumanını içine çekerken odam narkotik baskınına müsait bir alan izlenimini veriyordu. Sigarayı bakkaldan, Tekel bandrollü, almama rağmen –kendimi suçlu gibi hissettiğim oluyordu bazen. Ve az önce komşumun çöpe taşıdığı ceset için polisler geldi: Yaşama hakkı, komşuluk hakkından daha mı önemlidir? Hayda! İçinden çıkılamayacak bir felsefi denklem güneşle birlikte yüzüme çarptı: Hay bin lanet; güneş neden doğudan doğuyordu ki? Büyük ihtimalle kapıma gelmeyeceklerdi. Apartman girişinde, genel bir tahkikat sonrasında “Bir şey gören, duyan olursa Emniyet’e uğrasın,” deyip basıp gideceklerdi ve bu olay da şahsım için karanlığa gömülecekti. Daha önce hiç bu tarz bir olayı tecrübe etmemiştim. Yani bir ölünün ahını ya da bir cinayetin kişiyi içine çeken yönünü bilemezdim. Kaldı ki bu kavramları da şimdi türettim, eğer ben bir cinayet olsaydım muhtemelen böyle özelliklerim olurdu. Neyse ki devrik bir cümleydim! Doğal yollardan, kişinin kendi kendine ölmesini doğaya aykırı buluyordum bazen. Yani bir kedi için kanser ya da verem anlamsızdı. Onlar için dikkatsiz sürücüler ve ani fren vardı. İnsan için de hal böyleydi. Hasta olup yatakta kıvranmak da mevcuttu hayatta, siyah bir poşetin içinde ayağı dışarı sarkmış bir şekilde çöpe taşınmak da.
Hayatla ilgili genel sorunlarımdan en büyüğü içinde bulunduğum iktidarsız ruh haliydi. Şizoit Kişilik diye bir rahatsızlıktan bahsetmişti yakın bir dostum, sonralarda düşman, şimdiyse akıbeti hakkında hiçbir bilgimin olmadığı. Harekete geçme sıkıntım vardı. Kulvarımda bekliyordum. Hele bir koşsam, hele bir start verilse toz yuttururdum sağımda solumda her kim varsa ama o silah bir türlü patlamıyordu. Nedense, harekete geçemeyerek kaybettiğim her fırsat için ikinci bir şansımın olduğunu düşünüyordum hep. Sanki bu bir deneme turuydu. Hazırım düğmesine bastığımda yeniden başlayacaktı her şey… Sanırım oynadığım video oyunları gerçeklikle olan bağımı zedelemişti. Neyse ki iyi bir oyuncuydum, hile yapmak aklımın ucundan bile geçmemişti hiç. Kapatıp açardım en fazla, nerede kayıt noktası oluşturduysam devam ederdim. Mesela: Balkonda oturuyorum ve ona yine evlenme teklifi ediyorum. Derken komşumu görüyorum, şüphe içerisinde bir şeyler taşıyor çöpe. Aman Tanrım! Ceset! Hemen sesleniyorum, “Dur” diyorum, “Ne yapıyorsun!” silahını çektiği gibi vuruyor beni. Ve telefon hala açık… Ölüm, kapalı bir oyun konsolu içinde takılı olan oyuna benzer. Belki de on binlerce karakter vardır tüm işlevini kaybetmiş… Gerçeğe geri dönmek gerekiyor bazen. Yarın gitmem gereken bir işim var. Ya saygın bir firmanın maaşlı elemanı ya da geceleri balkonda oturup çöpe taşınan cesetler üzerinden teori üreten bir bozuk kişilik olacaktım.
Seçimimi sabah alarmım yaptı:
“Saat sıfır yedi çift sıfır… Hava, on bir santigrat derece… Yer yer yağışlı… Günaydın… Saat sıfır yedi…”
Bankoların arasında geçen bir ömürdü benimkisi. Yüzlerce insanla aynı yerde çalışıp, on dakikalık molalarda selamlaşabiliyorduk. Sistem eleştirisi yapmak haddime değildi çünkü bu sistemin insanlarıydık. Kısacası zihinsel bir tembelliğin had safhasındaydım.
Kendi bankomun sınırlarını belirleyen beyaz kontrplaklara astığım raporlar ve yapılacaklar listesine bakarken dünü düşündüm. Böylesine hissizleştiren şeyin temelinde içinde yaşadığım sistem mi yoksa gerçeklikten uzaklaşmaya yüz tutmuş benliğim mi yatıyordu bilemedim. Dün geceyi düşündüm, acaba dedim kendi kendime:
Acaba kendi gerçekliğimin içinde yaşasaydım ve tekrar deneme hakkım olsaydı o cinayetin önüne geçebilir miydim?
Balkonumda oturuyordum yine dünkü gibi. Evim işlek bir rampanın üzerindeydi. Fakat bu yoğunluk belli bir saatten sonra aniden bitiyordu. İşte tam o sırada evlenme teklifi ettim. Derken komşum… Hayır lanet olsun! Yine bir çöp poşeti ve yine o poşetin kenarından sarkan bir el… Bir dakika… Tamam… Tanrı ya da, işte, o oyunun programcısı değildik. Müdahale etme şansı, eyleme dahil olunduğunda doğuyordu. Yani o cinayet işlenirken, orada değildim. Ben hep poşetin taşındığı sırada dahil oldum öyküye. Ve dün gece; sustum, bekledim, ceset çöpe atıldı, çöp oldu.
“Teklifimi kabul ettiğin teşekkür ederim, seni çok seviyorum fakat şu an kapatmam gerekiyor, evet… Çok acil. Evet, hayır başıma bir şey gelmedi, lütfen…” deyip polisi arasaydım keşke. İkinci şansı beklerken, çöp kamyonunu hesap etmemiştim… Ve her şeye yeniden başlama şansım yoktu. Devrik cümleden hallice her hayatta olduğu gibi… Evim işlek bir rampanın üzerindeydi, gündüz geçen arabaların bıraktığı egzoz kokusu geceleri ciğerlerimize doluyordu. Böylesine işlek bir caddenin geceleri tenha olması ise, iyi insanların uykuda olduğu gerçeğini gösteriyordu. Bu kanıya varmama sebep olan şeyse uyanık insanların içine bulunduğu kötülüktü. Çöp poşetinde ceset taşıyan komşu, şehrin bütün pisliği üzerine bulaşmış çöp kamyonu, pisliğe batmış görevli birimler ve telefonla evlilik teklifi eden ben. İyiye dair, başarabileceğim kategoride, seçebileceğim bir şık olmadığı için bu haldeydim belki de. Tıpkı diğer kötüler gibi. Telefonum çaldı, başımı kaldırdım:
“Hemen odama gel!”
Müdürüm, düşündüklerimi eksiksiz bir biçimde aktarmıştı. Odası çalıştığımız bankoların hemen sonundaydı, ofise girer girmez hemen karşıdaydı. Eski müdürün sigara içme yasağını delmesi sebebiyle alçıpan duvarlar yıkılmış, yerine buzlu cam takılmıştı. Tam olarak seçilemese de içeride olanlar anlaşılıyordu. Ya işimi aksatmayıp, eski düzen ve tertibimle çalışacaktım ya da işsizlik ödeneği almak için dilekçe yazacaktım. Müdürle olan konuşmamdan çıkardığım sonuç buydu ve o anın da tekrarı yoktu. Olsaydı da bir şey değişmezdi. Keşke telefondaki ses görgü tanığı olmamı isteyen bir polise ait olsaydı. Huzursuz olmuştum. Tekrarı olmayan her an, huzursuz hissetmeme sebep oluyordu. Paydos zili sonrası eve giderken, yemek yerken, koltukta uyuklarken kısacası her fırsatta bunu düşündüm. Dün gece komşumu ceset taşırken gördüğüm sandalyede otururken aklıma gelen şeyse kıyıda köşede kalmış ne kadar yaşam enerjim varsa bitirdi: Yaşadığım hayatın tekrarı yoktu. Hayaller, idealler, planlar, hedefler hepsi tedavülden kalkmıştı. Çocukluğumdan beri inandığım safça bir düşünce üzerine kurmuştum hayatımı. Bu durumun oynadığım video oyunlarıyla alakası yoktu. Atavizmdi belki. Kaçırdığım fırsatların, sahip olamadığım şeylerin ve yaptığım hataların telafisi olduğunu düşünerek başladığım her yeni dakikaya şükrederken zamanın aleyhime aktığının farkına varamamıştım. Evet. Her hatanın bir telafisi vardı fakat bu hamleleri yapmak ve harekete geçmek için yeterli vaktin olmadığının da farkına varmamız gerekiyordu.
Aksiyon konusunda beceriksiz bir insandım evet, bunu kabul ediyorum. Yeni bir bir şans bekliyordum çünkü ilkinde turnayı gözünden vuracağıma içten içe inanmıyordum. İkinci şans her zaman vardır, bunu inkar etmek ahmaklıktır fakat hayat –biz ikinci şansı beklerken akıp giden zamandan ibaretti. Bir gün hasta yatağımda yatarken Azrail karşımda belirdiğinde, hayatım üzerine süpürge çöp çekmemi istemeyecekti. İşte o an kaçırdığım fırsatların hepsine lanet edip çekip gidecektim. Ama dur… Şimdi değil… Henüz fırsat varken…
“İyi akşamlar… Dün geceki cinayetle ilgili söylemem… Evet… Tamam…”
Komşumu ispiyonlayacak olmam ağrıma gitse de ilk kez hareket geçip hayatın yönünü değiştirme fikri egomu okşamıştı. Sabaha kadar gözümü her kapadığımda karşımda komşumun yüzü belirdi. Hüzün ve pişmanlık yoktu gözlerinde, sanırım içimdeki sızının temelinde yatan şey, onun bu denli insanlıktan uzaklaşmasıydı. Etik berbat bir hastalıktı. Gün ışıldamaya başlayınca, emniyete giderken kat edeceğim mesafeyi de hesaplayarak harekete geçtim. Apartmanın duvarları yeni boyanmıştı, kurnaz emlakçılar müşterilerini dış görünüşle aldatıp gafil avlamaya bayılırlardı. Yöneticimiz emlakçıydı ve aptaldı. Biraz akıllı olsa camları kireç içinde olan köhne asansörü yenilerdi bizden aldığı bir araba dolusu aidatla. Her neyse, şimdilik bunları düşünmeye ara verip ifademe konsantre olmam gerekiyordu.
Cinayet masası amiri bir sigara uzattı, reddedemedim. Parliament kötü bir sigaraydı, bir türlü sevemedim. “Çöp kamyonu almış götürmüş, adamlar da korkmuş acaba biz mi öldürdük diye… Niye daha önce aramadın?” Korktum diyebildim sadece. Sahiden korkmuştum. Geç de olsa haber verip, güvenlik güçlerime yardım ettiğim için teşekkür ettiler. Bir şeyler değişmişti artık, değişmeye devam etmeliydi.
İşyerime gittim, uyudum, müdür aradı, açmadım, uyudum. Muhasebeye gittim, kıdem tazminatımla ilgili evrakları imzaladım, masamı toplarken iş yerinin bilgisayarından, işsizlik maaşı için başvuruda bulundum. Yol üzerindeki kuyumcudan beş taşlı bir yüzük aldım, kırık pırlanta dedikleri, göze hoş görünen fakat değeri daha düşük olandan. Ve onu aradım, “Geçen geceki teklifle ilgili, biraz konuşmamız gerekiyor, bana gelsene,” tedirgin bir şekilde tamam dedi. Aslında hayatımda yaşadığım ilk kırılmaydı ona ettiğim teklif, muhtemelen onun getirdiği özgüven ve farkındalıkla ispiyonlamıştım katil komşumu. Tedirgin olması normaldi, böyle bir kırılma yaşamamı beklemiyordu o da. Neyse, tekliften vazgeçecek değilim. Pekiştirecektim sadece; yüzük, şarap ve takım elbiseyle. Eve vardığımda, komşum, kapımın önünde bekliyordu.
İnsanlar ölüme yaklaştığında, yaşama olan bağlılıklarının farkına varırmış, öyle derler. Terk eden sevgilinin ardından bakarken edilen küfürlerin unutulup, yaşanan güzelliklerin hüzünlendirmesi gibi… Sanırım kısa bir süre sonra çöp kutusuna taşınacaktım. Ya da:
“Sakla beni, polis peşimde.”
“Olmaz.”
“Niye? Bir dakika… Yoksa… Sen mi ispiyonladın lan beni, orospu çocuğu?”
Camı kireçle kaplı köhne asansörün kapısı açıldı; o, tek bacağını dışarı çıkardığı anda komşum silahına davrandı, ben şarap şişesine. Patladı, ses apartmanda yankılandı. Sol omzumun arkasında duran merdiven korkuluğundan seken kurşun asansörün camını kuvvetli bir şangırtıyla kırdı. Hemen ardından daha tiz bir şangırtı ve onun çığlığı geldi. Kafasını korkuyla asansörden çıkardı; elimde duran kırık şarap şişesini ve yerde yatan eli silahlı katil komşumu gördü. Bir çığlık daha attı. Muhtemelen her yeri kaplayan kırmızı sıvının şarap olduğunu anlayamamıştı ilk bakışta. Apartman ahalisi, bizim kata doluşurken, diz çöktüm ve:
“Benimle evlenir misin?” dedim tekrar.
Kabul etti, apartman önce alkışladı, sonra ne olduğunu sordu. Polis, ambulans, derken bu sefer çöpe taşınan, bir insan bedeni değil, o bedeni etkisiz hale getiren materyaller oldu.
Yeni hayatın kayıt noktası burasıydı: Karşı komşum polis eskortluğunda, bir ambulansın arkasında hastaneye giderken, evleneceğim kadınla balkonda oturup, kahve içmem.
**
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.