Adımsayarım yirmi beşi gösteriyordu; yürümeyi hiç bırakmak istemesem de öyle yorulmuştum ki dinlenmek için bir kilometre taşına oturdum. İnsanlar alay ederek yanımdan geçip duruyorlardı ama ben buna alınganlık gösteremeyecek kadar hissizdim. Hatta büyük eğitimci Bayan Eliza Dimbleby rüzgar gibi esip geçerken beni direnmem için cesaretlendirmeye bile çalıştı, bense sadece gülümseyip şapkamı kaldırdım.
İlk başta; bir iki yıl önce yol kenarında bir köşede bırakmak zorunda kaldığım kardeşim gibi olacağımı düşündüm. Nefesini şarkılar söylemeye, gücünü de başkalarına yardım etmeye harcamıştı. Bense yoluma daha akıllıca devam etmiştim, fakat şimdi anayolun tekdüzeliği beni bunaltıyordu. Aklım ermeye başladığından beri hep aynı tozlu adımlar ve her iki yanında çatırdayan kahverengi korkuluklar…
Yol boyunca bazı şeyleri de düşürmüştüm; aslında hepimizin düşürdüğü eşyalar ardımızda kalan yola saçılmış ve üstlerini beyaz bir toz kaplamış, yolla bütünleşmişlerdi. Vücudum öyle bitkindi ki halen taşımakta olduklarımın ağırlığına bile katlanamıyordum. Oturduğum taştan yola doğru kaydım ve oraya yüzükoyun uzandım, yüzüm koca kuru korkuluklara dönük, yarışı bırakabilmek için dua ediyordum.
Küçük bir esinti beni yeniden canlandırdı. Korkuluktan gelmişe benziyordu ve gözlerimi açtığımda, kuru yapraklar ve ağaç dallarının arasından bir parıltı gördüm. Korkuluk her zamanki gibi kalın değildi anlaşılan. Bu aciz ve marazi halimle, yarışı zora sokup yolun öte yanında ne olduğunu görmek istiyordum. Görünürde kimsecikler yoktu ama yine de denemeye kalkışmamalıydım. Çünkü bizler, hiçbir şart altında diğer tarafın varlığını kabul etmeyiz.
Kendi kendime, bir dakika içinde geri geleceğimi söyleyerek şeytana uyuverdim. Dikenler yüzümü çiziyordu, kollarımı kalkan gibi kullanmak zorundaydım, ayaklarımdan kuvvet alarak kendimi öne doğru ittim. Yolun yarısında geri dönmeliydim, geçitte tüm yüklerimden kurtulmuştum ama üstüm başım yırtılmıştı. Fakat o kadar sıkışmıştım ki geri dönmek imkansızdı. Körlemesine yalpalayarak ve her an gücümün tükenip bir ağacın altında çalılıklar arasında can vereceğimi düşünerek ilerlemek zorundaydım.
Birdenbire soğuk su boyumu aştı, batıyordum. Korkuluktan derin bir göle düşmüştüm. Sonunda yüzeye çıkmayı başardım ve yardım çağırdım. Karşı kıyıda birinin güldüğünü duydum: “Biri daha!” diyordu. Sonra birdenbire kendimi suyun dışında ve nefes nefese kuru zemine bırakılmış olarak buldum.
Su gözümün önünden kaybolduğunda bile hala şaşkındım; çünkü daha önce ne böylesine büyük bir alan ne de böyle yeşillik görmüştüm. Masmavi gökyüzü sınırsızdı ve altında uzanan yeryüzü gitgide yükselen tepelerden oluşmuştu – tertemiz yalın desteklerle kıvrımlarında kayın ağaçlarıyla ovalar ve berrak göletler.. tepecikler çok dik değildi ve bu manzaraya insan eli değmiş gibiydi. O yüzden buraya – zorlama ve abes kaçmazsa – bir park veya bahçe bile denilebilirdi.
Nefes alabildiğim an kurtarıcıma dönüp sordum:
“Burası nereye çıkıyor?”
“Çok şükür ki hiçbir yere!” dedi ve güldü. Elli altmış yaşlarındaydı – ki bu bize göre güvenilmez bir yaş aralığıydı – ama tavrı son derece rahat ve sesi de sanki on sekizlik delikanlı gibiydi. Hayatımı kurtardığı için teşekkür edemeyecek kadar şaşkın bir vaziyette “Ama bir yerlere çıkmalı!” deyiverdim.
“Buranın nereye çıktığını bilmek istiyor!” diye tepedeki adamlara doğru bağırdı ve onlar da gülerek şapkalarını salladılar.
İçine düştüğüm gölün aslında korkuluklar boyunca hem sağa hem de sola doğru kıvrılarak uzanan bir hendek olduğunu fark ettim. Korkuluğun bu tarafı yeşildi, berrak suyun içindeki kökleri görünüyordu ve içinde balıklar yüzüyordu; üzeri ise sarmaşıklar ve yaban güllerinden çelenk olmuştu. Ama yine de bu bir engeldi ve o an çimenlerdeki, gökyüzündeki, ağaçlardaki, mutlu insanlardaki bu haz duygusunu unutup buranın tüm güzellik ve heybetine rağmen bir hapishaneden farksız olduğunu anladım.
Sınırdan uzaklaştık ve çimenler arasında neredeyse sınıra paralel başka bir patikayı takip ettik. Yürümekte zorlanıyordum; çünkü yol arkadaşımın gerisinde kalıyordum ve eğer burası gerçekten hiçbir yere çıkmıyorsa bu yaptığımız şeyin de bir anlamı yoktu. Kardeşimden ayrıldığımdan beri hiç kimseye ayak uydurmak zorunda kalmamıştım.
Birdenbire durup kederli bir şekilde “ Bu berbat bir durum. Asla ilerlemiyor veya gelişemiyorsun. Biz yoldayken..” diye onu avutacakken…
“Evet, biliyorum.”
“Diyecektim ki, biz sürekli ilerleriz.”
“Biliyorum.”
“Biz sürekli öğrenir, büyür ve gelişiriz. Ben bile şu kısacık hayatımda nelere şahit oldum: mesela Transvaal Savaşı, Mali krizler, Hristiyan Bilimi, Radyum ve hatta bak….” deyip adımsayarımı çıkardım ama hala yirmi beşi gösteriyordu – bir derece bile artmamıştı.
“Ooo, durmuş! Gösterecektim. Seninle yürüdüğüm süre boyunca kaydetmeliydi. Ama sadece yirmi beşi gösteriyor.”
“Pek çok şey burada çalışmaz.” dedi “Bir keresinde adamın biri tüfeğini getirmişti, o da çalışmamıştı.”
“Bilimin kanunları evrenseldir. Hendekteki su mekanizmasını bozmuştur. Normal şartlarda her şey çalışır. Bilim ve yarışma ruhu – işte bunlardır bizi biz yapmaya iten güç.”
Sözümü kesip yanımdan geçen insanların selamını almam gerekti. Bazıları şarkı söylüyor, bazıları konuşuyor, bazıları bahçeyle, kuru otlarla ya da basit işlerle uğraşıyorlardı. Hepsi de mutlu görünüyordu; eğer buranın hiçbir yere çıkmadığını unutabilseydim ben de mutlu olabilirdim.
Birden önümüze fırlayarak küçük bir engeli aşan, ardından sürülmüş bir tarlayı koşarak geçen ve göle atlayıp yüzmeye başlayan genç bir adam beni şaşırtmıştı. Sanki burada gerçek enerji vardı, “ Bir kır koşusu mu!” diye bağırdım, “Peki diğerleri nerede?”
“Diğerleri diye bir şey yok,” dedi yol arkadaşım. Sonra bir kızın kendi kendine zarif bir biçimde şarkı söylediği uzun otların yanından geçtik. “Diğerleri diye bir şey yok!” diye tekrarladı. Afallamıştım. “Tüm bunlar ne anlama geliyor?” diye kendi kendime söylendim.
“Kendisinden başka bir anlama gelmiyor.” dedi ve sanki bir çocuğa anlatırmış gibi yavaşça tekrarladı.
“Anlıyorum,” dedim usulca “ama aynı fikirde değilim. Başarı, gelişim içinde yer almadığı sürece değersizdir. Ve ben artık izinsiz girdiğim arazinizi terk etmeli, bir şekilde yoluma geri dönmeli ve adımsayarımı tamir ettirmeliyim.”
“Önce kapıları görmelisin,” diye cevapladı “çünkü hiç kullanmasak da burada kapılarımız var.”
Mecburen kabul ettim. Hendeğin üzerine kurulmuş bir köprüye ulaştık. Köprünün üzerinde korkuluk sınırındaki bir boşluğa tam uyan fildişinden büyük bir kapı vardı. Kapı dışa doğru açıldı ve ben şaşkınlık içinde bir çığlık attım, çünkü kapıdan ötesi bir yola açılıyordu: Tıpkı ayrıldığım yol gibi, gözünün alabildiğince uzanan tozlu adımlar ve her iki yanında çatırdayan kahverengi korkuluklar.
“Bu benim yolum!”
Kapıyı kapattı ve “Senin yolun değil. Bu kapı, insanlığın, yolu yürüme arzusuyla ele geçirdiği, asırlar öncesi zamana açılıyor.”
İnkar ettim, burası benim ayrıldığım yoldan en fazla iki mil uzakta olabilirdi. Yaşının verdiği inatçılıkla “Aynı yol. Bu başlangıcı, bizden uzaklaşmış gibi görünse de bazen ikiye katlanır ve bazen dokunacak kadar yaklaşsak bile bizi asla kendi sınırımızdan uzağa götürmez.” Hendeğin kenarında durdu ve ıslak zemine labirente benzeyen tuhaf bir şekil çizdi. Tekrar çayırlara doğru yürürken onu hata ettiği konusunda ikna etmeye çalıştım.
“Emin ol ki, yol bazen ikiye katlanır fakat bu bizim elimizde. Bu genel ilerleme eğiliminden kim şüphe eder ki? Bilmediğimiz bir hedefe… Belki gökyüzüne dokunabileceğimiz bir dağ başında, belki de denizin dibindeki bir çukurda – ama hep ileri – kim istemez ki? Her birimizin kendi alanında yükselmek için çabalamasını ve bizlere sende eksik olan bu dürtüyü sağlayan da işte yine bu düşüncedir. Şu yanımızdan geçen adam var ya; evet, iyi koştu, iyi zıpladı ve iyi yüzdü. Ama daha iyi koşan, daha iyi zıplayan ve daha iyi yüzen adamlar da var. Uzmanlaşmak insanı şaşırtan sonuçlar doğurur. Benzer bir şekilde, şu kız…”
Tam o anda küçük bir çığlık atarak kendi konuşmamı böldüm: “Aman Allahım! Şuradaki dereye ayaklarını uzatmış olan kızın Bayan Eliza Dimbleby olduğuna yemin edebilirdim!”
Öyle olduğuna inandı.
“İmkansız! Onu yolda bırakmıştım, bu akşam Turnbridge Wells’de bir konferans vermesi gerekiyordu. Neden? Treni Cannon Caddesi’nden saat…Off, tabii ki saatim de buradaki her şey gibi durmuş. Burada olması gereken son kişi O!”
“İnsanlar birbirleriyle burada karşılaşınca hep şaşırırlar zaten. Herkes o korkuluktan geçerek buraya gelir, her an olabilir – birbirleriyle yarışırken, birini geçerken ya da gerisinde kalırken veya ölüme terk edilmişken. Ben hep sınıra yakın durur yoldan gelen sesleri dinlerim: bilirsin işte; birinin yoldan sapıp sapmayacağını merak ederim. En büyük zevkim hendeğe düşenlere yardım etmektir, tıpkı senin gibi. Tüm insanlık için hazırlanmış olmasına rağmen buralar yavaş yavaş doluyor.”
İyi niyetli olduğunu düşünerek “İnsanoğlunun başka amaçları var,” dedim usulca “ve ben de onlara katılmalıyım.” İyi akşamlar diledim çünkü güneş batmak üzereydi ve ben gece inmeden yoluma dönmüş olmalıydım. Telaşıma karşın beni sıkıca tuttu ve “Henüz gitmiyorsun!” diye bağırdı. Silkelenip ondan kurtulmaya çalıştım, hiçbir ortak yanımız yoktu ve nezaketi artık can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ancak tüm çabalarıma rağmen bu sıkıcı ihtiyar beni bırakmıyordu. Güreşmek de uzmanlık alanıma girmediğinden onu takip etmek zorunda kaldım.
Geldiğim yeri tek başıma bulamayacağım doğruydu ama ilgisini çeken başka şeyler gördüğünde beni bırakacağını umuyordum. Bu diyarda uyumamaya kararlıydım; çünkü buraya ve buradaki insanlara – tüm samimiyetlerine rağmen – güvenmiyordum. Acıkmış olsam bile meyve ve sütten oluşan akşam yemeklerine katılmayacaktım, bana çiçek verdiklerinde fark ettirmeden fırlatıp attım. Onlar ise geceyi geçirmek için çoktan sürüler halinde yatıp uzanmışlardı – kimileri boş yamaçlara, kimileri ise kayınların altlarına. Turuncu gün batımının ışığında, ölesiye yorgun ve açlıktan bayılacak halde, istenmeyen rehberimle aceleyle koştururken ısrarla söyleniyordum: “Bana hayatımı ver; mücadeleleri ve zaferleriyle, başarısızlıkları ve nefretiyle, derin manevi anlamı ve bilinmeyen hedefleriyle!”
Sonunda, etrafımızı çevreleyen hendeğin üzerine kurulmuş başka bir köprüye ve korkuluk sınırını bölen bir başka kapıya geldik. Önceki kapıdan farklıydı: böcek kanadı gibi yarı saydamdı ve içeriye doğru açılıyordu. Azalan ışıkta yine tıpkı ayrıldığıma benzeyen bir yol gördüm: gözünün alabildiğince tekdüze, tozlu, her iki yanda çatırdayan kahverengi korkuluklar…
Gördüklerim, beni iradeden yoksun bırakan garip bir şekilde rahatsız etti. O sırada yanımızdan elinde bir kutu içecek, omuzunda bir tırpanla geceyi geçirmek için tepelere doğru giden bir adam geçiyordu. Yarışmanın kaderini unutuverdim. Gözümün önünde duran yolu bırakıp adamın elindeki içeceği kaptım ve içmeye başladım.
Biradan daha sert değildi ama bu tükenmiş halime iyi gelmişti. Sanki bir rüyadaymışım gibi yaşlı adamın kapıyı kapatıp şöyle dediğini duydum: “Burası senin yolunun bittiği yer – ve tüm insanların geri kalanı da bu kapıdan geçerek yanımıza gelecekler.”
Tüm duyularım, bir kayıtsızlık haline doğru kayarken varacakları yere ulaşmadan önce gelişiyor gibiydiler. Bülbüllerin ötüşünü, görmedikleri samanın kokusunu ve solup giden gökyüzüne nüfuz eden yıldızları algıladılar. Birasını çaldığım adamın, içtiğim şeyin etkisi geçsin diye uyumam için beni yavaşça yatırırken, erkek kardeşim olduğunu fark ettim.
*** Bu hikayenin orijinal metni Bantam Classics “50 Great Short Stories – Edited by Milton Crane” adlı yayının 47 ile 53. sayfaları arasındadır.***