Burcu Arman, yazının ve yayıncılığın farklı kollarında kalem oynatan bir isim. Yazı macerası, onu Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmeye taşıdı: Sesli kitap platformu Storytel için hazırlanan orijinal içerikler kapsamında yayınlanmak üzere kaleme alınan Beni Kim Öldürdü? önce sesli, sonra matbu olarak okura ulaşan ilk Türkçe kitap oldu. Şimdi Epsilon Yayınevi’nce okurla buluşturulan Beni Kim Öldürdü?’ye, yazma sürecine, polisiyeye dair sorularımızı yanıtlayan Burcu Arman’ı ağırladık. İyi okumalar…
**
Burcu Hanım, hoş geldiniz. Yeni romanınız Beni Kim Öldürdü?‘yü kutlayarak başlayalım. İlk dönüşler, yorumlar nasıl?
Merhabalar, hoş buldum ve çok teşekkür ederim. Beni Kim Öldürdü?’yü yazarken çok eğlenmiştim, geri dönüşler de genellikle bu yönde, bu yüzden de çok mutluyum.
Storytel kısmından başlamak isterim: Beni Kim Öldürdü? önce Storytel’in orijinal sesli kitapları arasında yayınlanmış. Bu anlamda ilk örneklerden biri sanıyorum. Hem orada yayınlanması hem de matbu hale gelmesi süreçleri nasıl ilerledi?
Bir kitabın önce sesli kitap olarak yayınlanıp ardından basılması ülkemizde bir ilk diye biliyorum. Sevgili editörüm Ali Alpgezmen ile tanışmamla başladı bu macera. Storytel Original bölümünde daha önce yayımlanmamış, bu mecra için özel olarak kaleme alınmış hikâyeler yazılıp, seslendiriliyor. Beni Kim Öldürdü? de bunlardan biri oldu ve aslında bir “proje kitap” olarak doğdu ve çok da güzel yorumlar aldı. Ardından Epsilon Yayınevi onu kanatları altına aldı ve şimdi de ne mutlu bana ki, matbu olarak raflarda.
Peki sesli kitap olacak fikriyle mi kaleme aldınız? Eğer öyleyse, bildiğimiz anlamda yazmakla arasında nasıl bir fark oldu yazma sürecinde?
Evet, çünkü sesli kitap yazma süreci normal bir kitap yazımından biraz daha farklı. Öncelikle yer aldığım projede kitaplar birer saatlik beş ya da on bölüm olarak yayınlanıyordu. Bu yüzden her şeyden önce tüm hikâyeyi buna göre kurgulamak, bölüm sonlarını ya da yeni bölüm başlarını dinleyicinin heyecanını ayakta tutabilmek için ekstra düşünmek gerekiyordu. Bunu bir televizyon dizisi mantığında da düşünebilirsiniz. Bununla birlikte çok uzun cümle ve tasvirlerden kaçınmak, okurun dikkatini dağıtacak detaylara yer vermemek ama bu sırada ilgiyi hikâyede tutmak gibi endişeler yazma sürecimin her ânında benimle birlikteydi.
Arka kapaktan alıntıyla “aşk, nefret, ihtiras, entrika, gıybet” içeriyor hikâye ve tüm bunlar bir apartmanda, Uyum Apartmanı’nda geçiyor. Bir bakıma “kapalı oda polisiyesi” demek de mümkün. Peki mekânı neden apartman olarak seçtiniz, neler kattı kurgunuza?
Apartman hikâyesi yazmak uzun zamandır aklımdaki bir şeydi. Fazlaca karaktere yer verebilmek ve hikâyeyi onların kişilikleri üzerinden ilerletmek için mükemmel bir mekân olduğunu düşündüm.
Çok fazla taşındım, bu yüzden çok farklı komşularım oldu. Herkeste olduğu gibi kimisi arkadaş kimisiyse bir daha yüzünü görmek istemeyeceğim türden komşular… Zaman zaman –çoğumuzun yapabileceği gibi– kimlerle aynı duvarları paylaştığımı ve o duvarların arkasında neler olduğunu düşünürüm. Aslında birlikte yaşaması tuhaf olabilecek, aklıma gelen karakterlerin her birini “Uyum” adı altında bir yerde bir araya getirmek istedim. Aslına bakarsanız biraz da hayatın minyatür bir projeksiyonu gibi…
Polisiye derken de okuru eksik bilgilendirmeyelim: Eser miktarda mizah içeriyor kitabınız. Karakter ve yer adları da bununla uyumlu. Ölüm gibi tatsız konuları böyle bir dille yazma güdüsünü neye bağlıyorsunuz?
Umarım eser miktarın biraz üzerinde mizah vardır. Şaka bir yana evet, karakterler, yer isimleri, meslek grupları her biri, ölü birinin dilinden anlatılırken tabiri caizse ortamı biraz şenlendirmek üzere seçildi.
Ölüm bilmediğimiz bir şey ve malumunuz, insan bilmediği şeylerden korkmaya meyillidir. Ama sanırım ölümün tatsız bir konu olup olmadığını ölmeden öğrenemeyeceğiz. O yüzen şimdilik buna biraz mizah eklemekte zarar görmedim.
Karakter adları da dikkat çekiyor bu anlamda: Tarık Takıntı, Aslı Şahane, Berke Beyaz, Feza Fena… Adları, karakterleri oluşturma, derinleştirme aşamalarınız nasıldır?
İlk başta amacım, bunun bir sesli kitap olması nedeniyle, isimlerin akılda kolay kalmasını sağlamaktı. Ama yazdıkça karakterler kendi soyadlarıyla da uyum gösterdiler. Bu yüzden bazıları değişti. Başlangıç aşamasında bazılarında aradığım ses uyumunu yakalayamadığım ama sonradan kendilerini bulanlar da oldu.
Anlatıcımız, ana karakterimiz de bir ölü. Hikâyeyi ondan dinliyoruz. Bu en baştan verdiğiniz bir karar mıydı? Eğlenceli ve zorlu yanları neydi?
Sanırım aklıma ilk gelen bunun bir apartman hikâyesi olması ve ikincisi de bunu ölmüş birinin anlatmasıydı. Berke Beyaz ideal bir kahraman değil, bu yüzden ölüm sonrasındaki dürüstlüğü, kendi hayatına dair eleştirileri ve olanlara yaptığı yorumlar yazım aşamasının en eğlenceli kısımlarıydı. Mükemmel kahramanlıktan çok uzak, ama yine de kahraman kompleksine sahip bir beyaz yakalı Berke Beyaz… Çoğu zaman en yakınlarınıza bile göstermediğiniz bazı düşüncelerinizi ya da özelliklerinizi anlatırken hiçbir şeyi kaybetmeyeceğinizi düşünün. Neden? Çünkü ölüsünüz, artık kaybedecek neyiniz var ki?
Ve ayrıca ölü olması dolayısıyla da her şeyi bir şekilde biliyor olması, yazarken tanrıcılık oynamama izin verdi. Bu da yazarın kalemini epey rahatlatan bir şey.
İlk romanınız 2017’de yayımlanmıştı: Koşarken Belli Olmaz. O da polisiye damarı olan bir hikâyeydi. Bugün türler ayrımı hem okur hem yazar için eskisi kadar belirgin olmasa da sormak isterim: Kendinizi bir polisiye yazarı olarak mı konumlandırıyorsunuz yoksa başka türler de var mı masanızda?
“Polisiye damarı” diyerek çok doğru bir noktayı gösterdiniz aslında. Kendimi bir polisiye yazarı olarak konumlandırmıyorum. Polisiyenin birçok farklı unsuru da içinde bulundurması gerektiğine inanıyorum. Böyle düşününce ilk kitabım da ikinci kitabım da tam anlamıyla polisiye değil, en azından alıştığımız anlamda değil. Hatta sevgili arkadaşım ve editörüm Olcay Mağden Ünal’ın keşfiyle Beni Kim Öldürdü? bir vukuatlı komedi!
Masamda neler yok ki! Hem okur hem de yazar olarak maymun iştahlıyım. Belki de bu yüzden bir kalıba girmek istemiyorum. Büyülü gerçekçilik ve fantastik edebiyat hayran olduğum, bir gün kıyısından köşesinden ziyaret etmek istediğim alanlar. Bir de çocuklar var elbette… Belki de yazarlığın en zor alanı, çocuk kitapları. Ama onların dünyasına ait olmayı başarmak hayatlarına minicik de olsa bir hayal yerleştirmek yazar olarak hedeflerimden biri.
Polisiyeyle bir okur olarak ilişkiniz nasıl? Dünya ve Türkiye polisiyelerine baktığınızda bugün için neler dersiniz?
Polisiyeye bayılıyorum. Özellikle tıpkı takipçileri gibi ben de son dönemde Kuzey polisiyelerinin peşindeyim. Sanırım sadece ülkemizde değil dünyada da bu böyle. Bununla birlikte mesleki olarak âşık olduğum Lawrence Block’un Matthew Scudder karakteri (hâlâ tüm seriyi toplamayı başaramasam da) ve Peyami Safa’nın Server Bedi mahlasıyla yazdığı Cingöz Recai serisinin yeri her daim başkadır. Türkiye polisiyesi okuru ve yazarıyla beraber bence son yıllarda gerçekten yükseliyor. Celil Oker gibi müthiş polisiyeler bırakmış, çok kıymetli üstatlarımız var bizim. Bu yüzden bence bunun olması da kaçınılmazdı.
Muhabirlik geçmişiniz var, içerik editörlüğü yapıyorsunuz ve farklı yayınevlerinden kitapları çıkan bir yazarsınız. Yayıncılık ortamını, kültürünü, okura ulaşma araçlarını kendi yayın maceranız çerçevesinde nasıl değerlendirirsiniz?
Ne güzel bir soru! Kitaplar ve dergiler, benim için vazgeçilmez iki tutku. Çünkü onların arasında, hazırlandıkları yerlerde büyüdüm. Bu yüzden ortamından ya da kültüründen önce izninizle başka bir şeyden bahsetmek istiyorum: Emekten. Okurun bir kitabı eline aldığında, eğer kitap bir çeviriyse, onu bir editörün yabancı yayınlar arasından bulduğunu, sözleşmelerin yapıldığını, bir çevirmenin saatlerini, günlerini, aylarını vererek onu dilimize çevirdiğini, üzerine yeniden bir editörün ve hatta belki bir son okumacının okuduğunu; eğer yerli bir yazarsa editörüyle birlikte kitabın son haline getirmek için çalıştığını ve diğer tüm aşamaları da benzer şekilde geçirdiğini ve son olarak kapağını yapan tasarımcının, metni dizen grafikerin ve nihayetinde matbaa aşamasına ve dağıtıma, raflara gelene kadar ne kadar çok insanın elinin değdiğini ve emeğinin olduğunun unutulmamasını diliyorum.
Künye okuma alışkanlığı en az okur yazarlık kadar önemli bir şey aslında. Bu şekilde hem iyi işleri diğerlerinden ayırt edebilir hem de okur olarak emeği geçenlerin hakkını verebiliriz.
Araştırmak, okumak, yazmak iç içe geçmiş eylemler ve her birinin benim hayatımdaki yeri çok ama çok büyük. Bu yüzden ben kendi yayın maceramda emeği ve desteği olan herkese bir kez daha teşekkür ediyorum!
Son sorum, kayıp kedinizi buldunuz mu?
Ah! Bulamadım, umarım onu çok seven bir ailesi olmuştur.
Bizden bu kadar. Eklemek istedikleriniz varsa buyurun.
Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederim. Ve lütfen Berke Beyaz’a kulak verin ve kapıyı “Kim o?” demeden açmayın!
Çok teşekkürler… 🙂