“Olmak ya da olmamak, işte tüm mesele bu.”
“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!”
“Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?”
Cümleler farklı noktalama işaretleriyle bitse de tartışılan konu aynı. William Shakespeare’in, Hamlet’in ağzından, 1601 yılında dünyaya bıraktığı bir saatli bomba… XIX. yüzyılda Søren Aabye Kierkegaard’ın, Friedrich Nietzsche’nin, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin; XX. yüzyılda Jean – Paul Sartre’ın, Albert Camus’nün Shakespeare’den daha uzaklara fırlattığı o bomba… Yüzyılları aşan, filozofları, sanatçıları, bilim adamlarını, alimleri peşinden koşturan o soru’n. “Neden yaşıyoruz,”un, “Neden ölüyoruz,”un, “Neden ölmüyoruz,”un vb. soruların soy ağacındaki en yüksekte duran o yaşlı dal, var olmak!
Shakespeare’in en önemli eserlerinden biri olan Hamlet, yazıldığı çağdan günümüze kadar birçok kez incelemelerden geçirilmiş, hâlâ da geçirilmekte olan bir eser. Öyle bir metin ki, artık üstüne yeni bir söz söylemek çok zor ve yine öyle bir metin ki, üzerine söylenebilecek yeni sözlerin bir sınırı yok. Kalıcılığı, yerelliği aşıp evrenseli bulmayı bir sanat yapıtı için olmazsa olmaz kabul edersek, Hamlet sanatın ne olduğuna dair bir örnek bile olabilir.
Psikoloji, psikanaliz, Marksizm, feminizm, varoluşçuluk, postmodernizm, absürdizm… Hamlet şimdiye kadar, tüm bu alanlarda ve daha fazlasında ele alındı. Danimarka’nın yorgun prensi, sayılan tüm akımların izlerini gövdesinde taşıyor artık. Üzerine söylenen sözlerin yorgunluğuyla çağımızda yaşamaya devam ediyor. Kendisine yöneltilen övgülerin, yergilerin, hatta iftiraların arasında o sarsıcı cümleyi haykırıyor; “Olmak ya da olmamak, işte tüm mesele bu.”
Bu yazıda Shakespeare’in yazdığı “esas mesele” üzerinden yola çıkıp, XX. yüzyıl ve sonrasına damgasını vuran felsefi akım Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) zemininde Hamlet’i inceleyeceğiz.
Harabeye Dönen Dünyada Anlam Arayışı: Varoluşçuluk
1939 yılından 1945 yılına kadar süren ve 72.758.900 insanın ölümüne sebep olan II. Dünya Savaşı’nın ardından, Varoluşçuluk daha görünür olmaya başlamıştır[1]. Böylesine büyük bir felaketin sonrasında, temel sorusunu varlık ve hiçlik üzerine kuran bir felsefi akımın önem kazanmaya başlaması oldukça ilginçtir. XIX. yüzyıla kadar varlığını güçlenerek koruyan sistematik felsefeden ayrılan varoluşçuluk, bu yönü sebebiyle birçok eleştiriyi, tepkiyi, hatta saldırıyı da bünyesine çekmiştir.
Varoluşçuluk; Simone Weil’e göre bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hamelin’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Jean Wahl’a göre başkaldırış, Gabriel Marcel’e göre özgürlük, Georg Lukács’a göre idealizm (düşüncülük), Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir[2]. Özdemir Nutku’ya göre varoluşçuluk, bir felsefe değil, bir davranıştır. Varoluşçuluk, bir okul da değildir, çünkü bu davranış içinde görülen yazarlar temelde uyuşmazlar[3]. Olumlu eleştiriler kategorisine koyabileceğimiz bu eleştirilerin yanında, varoluşçuluğu, XX. yüzyıl idealizminin Avrupa’da ileri sürdüğü “hiçbir işe yaramayan bir kuram” olarak tanımlayan Orhan Hançerlioğlu’nun görüşlerini de olumsuz eleştiriler kategorisine koyabiliriz[4].
Hançerlioğlu bununla da yetinmez, varoluşçuluğu öznel düşünceci, tekbenci, usaaykırıcı, bilime karşı ve anamalcı üretim sistemine hizmet eden bir kuram olarak niteler[5]. Bireyi öne çıkartmasıyla tarihi, felsefeyi, sanatı toplum üzerinden ele alan yazarların ve düşünürlerin tepkisini çeken varoluşçuluk, ömrü boyunca bunun kavgasını vermiştir diyebiliriz. Özellikle Marksist düşünürlerin varoluşçulukla olan kavgaları hiç bitmemiştir. Bu felsefenin en önemli düşünürlerinden biri olan Jean – Paul Sartre’ın neredeyse tüm ömrü bu tip eleştirilere yanıt vermekle geçmiştir.
Bu felsefenin belirli yönlerini öne çıkartarak üzerine konuşmak, iddialı eleştiriler getirmek kolaydır ama tanımını yapmak hayli zordur. Öyle ki Sartre bile net bir tanımda bulunmamıştır. Bulantı’da, “Açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası değildir[6].” yazar. Çünkü bu felsefenin temas ettiği nokta tamamıyla soyuttur. Tanrı kavramından bahsederken içine düşülen bulanıklık, açıklayamama, net savunular ya da karşı koyuşlar geliştirememe durumu bu felsefe için de geçerlidir. Montaigne’in “Varlık ve İnsan” başlıklı denemesinde yazdığı gibi; “Düşüncenize kendi varlığını yakalatmaya kalkacak olursanız, suyu avuçlamaktan başka bir şey olmaz yapabileceğiniz[7]…”
Yine de küçük bir karşılaştırmayla varoluşçuluğun zihinlerimizdeki yerini netleştirebiliriz. XVIII. yüzyıl felsefesinin kabul ettiği “insan doğası” fikrine varoluşçuluk, “varoluş özden önce gelir” argümanıyla karşı çıkmıştır. İnsan ruhunu doğuşunda bomboş bir levha (tabula rasa) olarak tanımlayan John Locke’un[8] görüşünü hatırlatan bu yaklaşım, insanın özünü kendi seçimleri, kararları ve davranışlarıyla belirlediğini savunur[9]. İnsan, özünü kendisi belirler, bu belirlemede içine atıldığı dünyadaki savaşımı etkilidir[10]. Bu savaşım, Georg Lukacs’ın, Shakespeare’i de öncüleri arasında gördüğü, insanın tümlüğüne ulaşma yolundaki düşüngüsel savaştır[11].
Hamlet’i bu felsefeyle ilgilenenlerin odağına oturtan etmen, III. perde I. sahnede Hamlet’in ağzından duyulan, “Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu[12]!” repliğidir. Hançerlioğlu da kitabında varoluşçuluğu ele aldığı bölümün başlığı olarak “Olmak ya da Olmamak” kalıbını seçmiştir. XX. yüzyılın Hamlet’leri olarak tanımladığı varoluşçuları da alaycı bir dille, Hamlet kadar saf ve temiz olmamakla, lakırdıyı bir hayli döndürüp dolaştırmakla suçlamıştır[13].
Çürümüş Danimarka’nın Kayıp Prensi: Hamlet
Albert Camus’ye göre, felsefede sorunların en önemlisi, yaşamaya değer mi yoksa değmez mi sorusuna bir yanıt verebilmektir[14] ve şimdi Hamlet bu soruya bir yanıt verebilmek çabası içindedir. Oysa kimi eleştirmenler, bu tümceyi, Hayalet’in Hamlet’e verdiği göreve bağlayıp “is it to be” anlamında, yani “Bu iş olacak mı, olmayacak mı?” “Babamın katilini öldürecek miyim yoksa öldüremeyecek miyim?” anlamında yorumlarlar. Jan Kott da bu görüştedir herhalde: çünkü Hamlet açısından, var olmanın babasının öcünü almakla eşit; yok olmanın da bunu yapmamakla eşit olduğunu ileri sürmektedir.[15] Dr. Johnson’a göre de, var olmak ya da olmamak sorusu, insanın yaşamak ya da ölmek arasında bir seçim yapmasıyla ilgili değil, ruhun ölümsüz olup olmadığıyla ilgilidir; yani ölümden sonra ruh var mı yoksa yok mu anlamına gelir[16].
Hamlet deyince aklımıza gelen ilk şeylerden biri intikam olgusudur. Hamlet’in babasının intikamını alma yolunda yaşadığı tedirginlikler, tereddütler, onu eylemsizliğe götüren yabancılaşmalar oyunun sonuna kadar devam eder.
Hamlet’in intikam tasarısının bir var olma meselesi haline geldiği ortadadır. Bu durumu bir kenara bırakırsak, tüm bu süreçte yaşadıkları da Hamlet’i varlığını sorgulama noktasına getirmiştir diyebiliriz. Felsefe öğrencisi olan bir adamın bu sorgulamayı yaşaması tuhaf değildir. Karakterin psikolojik yapısıyla zıtlıklar taşıyan sosyolojik tabanı da bu sorgulamaların zeminini oluşturmaktadır.
Hamlet bir prenstir, felsefe öğrencisidir, erkek evlattır, soyludur… Çağının neredeyse tüm artı özelliklerini bünyesinde toplamıştır. Ancak bu artı özellikleri ona sağlayan düzen yozlaşmış, Danimarka Krallığı ihanetin, entrikanın, yalanın gölgesi altında kalmıştır. Marcellus bu durumu, “Çürümüş bir şey var Danimarka krallığında[17].” cümlesiyle özetler. Üstelik Hamlet, babasının ölümünün doğal yollardan gerçekleşmediğini öğrenmeseydi de, amcasıyla annesinin evliliğinden dolayı aynı huzursuzluğu yaşayacak bir karakterdir. Zaten oyunun başında da bu durumu görürüz.
Bir krallığın içinde, önemli bir yerdedir Hamlet. Ancak olaylar kendisinin dışında gelişmektedir. Bu kocaman, hantal yapının çarkları arasında ezilmiş bir felsefe öğrencisidir o. Çevresindeki herkes isimlerinden çok sıfatlarıyla vardır. Annesi yoktur, kraliçe vardır. Amcası yoktur, kral vardır. Hamlet tüm bu unvanların içinde kayıptır, kendisi de bir unvana sahip olmasına rağmen… Evlat olarak görülmeyen bir evlat, prens olarak görülmeyen bir prens, soyluluğu soyluluk kavramı yozlaştığı için görünmez olan bir genç soyludur o. İkilemlerin, çelişkilerin kıskacındadır. Amcası için bile, “Yeğenden biraz fazla, oğuldan bir hayli az[18].”dır.
Tüm bu altyapının Hamlet’i varlığı konusunda şüpheye düşürmesi çok normaldir. Hayalet’in gelişi, kurdukları iletişim ve bir sorumluluğu üstlenmesiyse, varlığını ispatlamak, kendisini gerçekleştirmek için önemli bir fırsattır. Hamlet bu uğurda kan dökmekten de, can vermekten de çekinmeyecektir. Gerçekliğinden kuşku duyduğu varlığı, yaptığı deli rolüyle iyice sallantıya girer. Hamlet deliyi oynamak konusunda başarılıdır, belki de bu Hamlet’in içindeki delilik kırıntılarından kaynaklanmaktadır.
Albert Camus’nün Yabancı’sında Saçma Kavramı | Neşe Demirdeler – Erdem Dönmez
Varlık İçin Çırpınmak: Ölümle Var Olmak
Bu noktadan sonra Hamlet için amcası Claudius’u öldürmek, bir kendini gerçekleştirme ideali olmaya başlar. Sartre’ın Bulantı romanının başkarakteri Roquentin’in dinlediği müziği tanımlayışı, artık Hamlet için de geçerlidir; “Onu hiçbir şey durduramaz, ama her şey kırabilir[19].” Hamlet intikam yolunda kırıla parçalana ilerlemektedir. Kendisine içinde bulunduğu toplumun verdiği tüm sıfatları, deliliğin gölgesi altına alıp yok eder.
Varoluş iradesiyle gerçeği vurmak isteyen, elbette vuramaz: böyle bir irade yoktur.
Varolmayan istemez de ondan; var olana gelince: varlık için niye çırpınsın[20]?
Hamlet’in tüm intikam sürecini bir “varlık için çırpınma süreci” olarak değerlendirebiliriz. Bu çırpınışta Hamlet, içinde bulunduğu düzenin tüm değerler sistemini yozlaştıran, etik tanımayan çıkarcılıkla karşılaşır. İhanet salgını Danimarka Krallığı’nı ele geçirmiştir. Amcası Claudius tahtı ele geçirmek için kardeşine ihanet eder. Annesi Gertrude, Claudius’a olan bağlılığı yüzünden eşine ihanet eder. Çocukluk arkadaşları Rosencrantz ve Guildenstern’in ihanetleri, onları Hamlet’in canına kıyma noktasına kadar götürür.
Tüm bu ihanet silsilesi Hamlet’in düşünce dünyasında güvensizliğin yayılmasına yol açar. Oyunun V. perdesinde Hamlet ölümle yüzleşir ve bu sahnede yaşadıkları amacını gerçekleştirmesi yolunda onu ateşler, Nietzsche’nin, “Sadece mezarların olduğu yerdedir dirilişler[21].” cümlesine uygun olarak…
- perde, Hamlet’i çağının ötesine taşıyan göndermelerle doludur. Ölüm olgusu zemininde, insanların yaşamlarında amaç edindikleri şeyler sorgulanır. Dönemin iktidar hırsı ve mülkiyetçiliği eleştirilir. Shakespeare, Birinci Mezarcı ve İkinci Mezarcı’ya çıkarcılığın, mülkiyetçiliğin ve bunları bir yaşam felsefesi olarak sunan toplumsal düzenin mezarını, ölüm gerçeğini göstererek kazdırmıştır. Bu perdede XIX. yüzyılın ortalarında boy göstermeye başlayacak olan Nihilizm’in sokaklarında dolaşmaya başlayan Hamlet, Shakespeare’in hedefindeki çürümüşlüğün kafatasını sorgulamıştır.
Hamlet, eline aldığı kafatasının bir politikacının, dalkavuk saraylının, avukatın, toprak bezirgânının kafatası olma ihtimalini düşünür[22]. Kafatası kime ait olursa olsun, değişmez olan artık topraktaki kurtların, böceklerin hakimiyetinde olduğudur. Hamlet o zamana kadar kendisine verilenlerin ve bunları kaybetmemek için çaba göstermenin anlamsızlığını bir kez daha anlar. Kafka’nın deyişiyle, varlığıyla diğer her şeyi anlamsız kılan ölüm, Hamlet’in hayatındaki her şeyi anlamsızlaştırmış, bir tek artık geri dönemeyeceği intikam yönelişini hayatta bırakmıştır. Çünkü Hamlet, yine Kafka’nın deyişiyle, erişilmesi gereken noktadadır; artık geri dönmenin imkansız olduğu nokta.
Kendini Gerçekleştirmek
Peki, “kendini gerçekleştirmek” ne demektir? Varoluşçular, kendini gerçekleştirmekten ne anlamaktadır? Bunun için, Enis Batur’un “büyük bir uzlaşmazlığın düşünürü” olarak tanımladığı Sartre’a bakabiliriz[23]. Batur’a göre Sartre’ın felsefesi belli kavramların ortasında serpilmiştir: Seçmek, sorumlu olmak, yan tutmak. Kendini gerçekleştirmek de, doğuştan sahip olunan var oluşun üzerine bir öz eklemek, bu özü seçmek, bu özden sorumlu olmak, bu özün yanını tutmak demektir[24].
Sartre’ın varoluşçu yönelimi içinde, insan gerçekliğini birtakım davranışlarla, bir şeyler yaparak yine kendi yaratmak zorundadır. Böylece, o, elde var olan her temelin, her anlamın yitirildiği yerde, kendini ayakta tutabilecek bir gerekçe bulmuş olur. Bu da bir “angajman”dır. Bu “angajman”ın görevi, insanı hiçliğin verdiği umutsuzluktan kurtarmaktır[25].
Hamlet’in varoluşunun üzerine eklediği öz intikam olgusudur. Bu öyle bir intikamdır ki, çağın yozlaştırdığı tüm değerlerden alınacaktır. Başta aile kurumudur hedefte olan, ardından çıkarcılıkla çürümüş kraliyet, dalkavuklukla kokuşmuş arkadaşlık ve tüm bu bataklığın içinde Ophelia’nın bedeniyle birlikte boğulan aşk olgusudur.
Sartre, varoluşçuluğun savunusunu yaptığı fikirlerinin toplandığı kitapta, özellikle komünist çevrelerin varoluşçuluğu eylemsizliğe sebep olmakla suçladığını belirtir. Eylemsizlik kavramı, Hamlet denildiğinde akla gelen ilk kavramlardan biridir. Sartre aynı bölümde, varoluşçuluğun umutsuzluğun doğurduğu bir durgunluğa, miskinliğe sebep olmakla suçlandığını yazar. Durgunluk da Hamlet karakterinde çok sık nükseden ve onu amacından alıkoyan bir arıza boyutundadır. Varoluşçuluğa karşı çıkanlar, bu felsefenin insanı hareketsizliğe ittiğini, eyleme hiç yer olmayan bir dünyaya hapsettiğini öne sürmüşlerdir. Onlara göre varoluşçuluk, “salt gözleyici bir felsefe” olmaktan başka bir boyuta sahip değildir[26].
Marksistler varoluşçuluğu bireyi toplumdan koparmakla suçlamıştır. Onlara göre varoluşçuluk, bireyi tek başına ele alarak dayanışmayı ortadan kaldırmaktadır. Peki, Shakespeare’in Hamlet’i toplumla ne kadar içli dışlıdır? İçinde yaşamak zorunda kaldığı, hatta içine atıldığı toplumla sürekli bir boğazlaşma halinde değil midir? Shakespeare, Hamlet karakteri üzerinden eserin geçtiği dönemin toplumuna da sert eleştiriler yöneltmiştir.
Öyle görünüyor ki, Hamlet, varoluşçuluğu olumsuzlayan tüm kesimler için bir model olmaya elverişlidir. Sanki Hamlet, varoluşçuluğun yaydığı hastalıktan 1601 yılında etkilenmiştir. Shakespeare, eserinde XIX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkacak olan bu “hasta” adamın ilk işaretlerini vermiştir.
Sartre, varoluşçuluğun insanı eylemsizliğe götürdüğü eleştirisini yanıtlarken, bunun tam tersini savunur. İnsanın yönelişinin getirisi olan bunaltının, eylemin ilk şartı olduğunu ileri sürer. İnsan yönelişini belirlemekle bir sorumluluk almış olur ve bu sorumluluk illa ki onu iç sıkıntısına sürükler. Sartre bu bölümde örnek olarak saldırı kararı alan bir komutanı vermiştir. Komutan, saldırı sonucunda ölecek insanların sorumluluğunu da peşinen üzerine almaktadır ama iç sıkıntısını getiren bu durum, onu amacından saptırmayacak, o saldırı gerçekleşecektir[27].
Hamlet de böyle yapmamış mıdır? III. perdenin III. sahnesinde, Kral ile arasında bir kılıç mesafesi kaldığında, Hamlet’in öne sürdüğü erteleme gerekçesi; “Ama cennete gider bu halinde öldürürsem; / Öcümü almış sayılır mıyım? İyi düşünmeliyim. / Bir alçak babamı öldürüyor, buna karşı ben, / Biricik oğlu babamın, cennete yolluyorum / O alçağı[28]…” ne kadar gerçekçidir? Burada öne çıkan, Hamlet’in sorumluluğunu yerine getirmenin eşiğindeyken duyduğu iç sıkıntısı değil midir? Tanrı, cennet ve cehennem kavramlarını oyun boyunca hatırı sayılır bir biçimde ağzına almayan Hamlet’in, en büyük amacını gerçekleştirmek üzereyken bu gerekçeyi öne sürmesi ne kadar samimidir?
Shakespeare Olmak ya da Olmamak…
Her yazar oluşturduğu karakterlere kendisinden bir şeyler eklemek zorunda değildir, ancak Hamlet gibi incelikle dokunmuş bir karakter söz konusu olduğunda, yazarın karakter oluşturmadaki bu başarısının ele aldığı kişinin kendisiyle olan ortak özelliklerinde yattığını düşünebiliriz. Peki, tüm meseleyi “olmak ya da olmamak” ikileminde toplayan Shakespeare, Hamlet karakterinin ne kadarını kendisinde barındırmıştır?
Shakespeare ile Hamlet’i özdeşleştirenler olmuştur. Hatta Ernest Jones, Hamlet’teki Oidipus durumunun Shakespeare’in ruhsal durumuna ışık tuttuğunu, yazarın babasına karşı çocukluğunda duyduğu hislerin canlandığı bir sırada Hamlet’i kaleme aldığını ileri sürmüştür[29]. Edgar Allan Poe, oyunda konuşanın Hamlet değil, Shakespeare’in kendisi olduğunu ileri sürer; A. L. Rowse, yazarın bu karaktere kendi benliğini verdiğini, yazarı en iyi yansıtan kişinin Hamlet olduğunu savunur; Bradley, karakter oluşturmadaki ustalığına değindiği Shakespeare’in, Hamlet’e kendi yüreğindekileri söylettiğine inanır; Hippolyte Taine ise bundan emindir[30]. Felsefeyle ilgilenen, tiyatrodan, oyunculuktan anlayan Hamlet, bu yönleriyle de Shakespeare’e benzemektedir.
Berna Moran ise, bu görüşlere katılmaz. “Shakespeare’in Hamlet, Macbeth, İago, Lear, Desdamona, Cleopatra gibi çeşitli kişilerin duygularını bir zaman yaşamış olduğunu iddia etmek saçma ve gereksizdir; çünkü bunları tasavvur etmek yeteneği vardır, sanatçının[31].” der.
İki görüşe de tamamen katılamasak da, Hamlet’in Shakespeare’i en çok yansıtan karakter olduğunu söyleyebiliriz. Bu yansıtmanın içinde yazarın insana, varoluşa, içinde yaşadığı topluma, sanata, siyasi ve ekonomik yapıya bakışı vardır. Tıpkı Bulantı’nın başkarakteri Roquentin’in Sartre’a en benzeyen karakteri olması gibi. Sartre da bu karakterin bilinci üzerinden felsefeye, topluma, insana ve kültüre ilişkin bakış açısını yansıtmış, eleştirilerini yöneltmiştir.
Varoluş, insanın sıyrılamadığı bir doluluktur[32].
Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu, ama aynı zamanda onun tam tersi. Sonunda başımdan bir serüven geçiyor, kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini görüyorum. Geceyi yarıp geçen ben’im[33].
Yukarıdaki cümleler için Bulantı’nın başkarakteri, sadece bir aracıdır. Zaten yapıtların başkarakterleri, yazarların insanlığa gönderdikleri mesajların aracıları değiller midir? Moran da bu noktada, “Milton, Camus, Sartre, Dostoyevski, Yevtuşenko gibi yazarların eserlerindeki fikirleri kendi fikirleri olarak ileri sürmediklerini kim kabul eder[34]?” sorusunu yöneltmiştir.
“Üstinsan”a Giden Yol
Nietzsche’nin, “İnsan aşılması gereken bir varlıktır[35].” cümlesi ve “üstinsan” olarak tanımladığı hedef, varoluşçu felsefenin gösterdiği yoldadır. Kendini gerçekleştirme ideali de bu aşma eyleminin basamaklarından biri, hatta ta kendisidir. İnsan bu yönelişinde başarısız olabilir, Hamlet gibi. Bu başarısızlık, sonraki insanlar için bir basamak olarak kalır ve ulaşılmak istenen noktada bir araç olmaya başlar.
Hamlet intikamını istediği şekilde alamaz. Yaptığı plan kendi ertelemeleri yüzünden sekteye uğrar, bu arada Kral’ın Laertes ile kurduğu tuzak işlemeye başlar ve Hamlet avcı olduğu kadar av da olur. Oyunda hiç kimsenin planı kusursuz işlemez, kimse en değer verdiği şeyi kaybetmeden hedefine ulaşamaz. Danimarka’nın çürümüş krallığı oyunun son perdesinde bir kan gölüne döner ve sanki yazar, tüm karakterlerden intikamını alır.
Peki, böyle bir finalden ne anlamalıyız? İktidar, güç, aşk, varlık, başarı… Oyunun ana karakterlerinin temsil ettiği tüm olgular kılıçlarla delik deşik olur, incili kupalardaki zehirli içkiyle boğulur. Hiç kimse hayatta kalmayı hak etmemiştir. Hamlet, grilerin oyunudur ve Hamlet dahi tamamen ak değildir. Onun yozlaşan değerlerden almak istediği intikam başarısızlıkla sonuçlanır. Belki bu da yazarın karaktere yönelttiği bir eleştiridir. Belki de Shakespeare, yazının başından beri öne sürdüğümüz varoluşçuluk tezlerinin Hamlet karakterindeki yansımaları üzerinden bize bir başarısızlık hikâyesi anlatmak istemiştir.
Shakespeare tüm dünyayı bir oyun sahnesine benzettiği, insan hayatının bölümlerini de yedi perdede özetlediği tiradında, yaşlılığı bir “ikinci çocukluk” olarak tanımlar ve dişsiz, tatsız, hiçbir şeysiz kalmakla niteler[36]. İnsanın hiçbir şeysizliğe doğru bu evrimi, Bulantı’da geçen, “Her gün, ölüsüne biraz daha benziyor[37].” cümlesiyle birlikte düşünüldüğünde, Shakespeare ve varoluşçu felsefenin hayat algısı arasındaki benzerlikler daha fazla anlam kazanmaktadır.
Varoluşçuluk, 1600’lü yıllarda, XIX. ve XX. yüzyıllardaki kadar gelişmiş olsaydı, belki de Hamlet daha farklı bir oyun olurdu. Hamlet tereddütlerinden, iç sıkıntısından daha kolay sıyrılabilirdi. “İnsanlar arasında susuzluktan ölmek istemeyen, her bardaktan içmeyi öğrenmeli; insanlar arasında lekesiz kalmak isteyen, öğrenmeli kirli suyla arınmayı[38].” diyen Nietzsche’nin sözleriyle çürümüşlüğü ortadan kaldırmak için çürümek pahasına elini daha çabuk tutabilirdi.
Yine Nietzsche’nin; “İnsan da ağaca benzer. Yücelere, ışığa çıkmayı ne kadar isterse, o kadar sıkıca kök salar toprağa, diplere, karanlığa, derinliğe, kötülüğe[39].” sözüyle, çürümüşlüğün içine batmaktan çekinmez, var olabilmek için üstlendiği sorumluluğu ilk fırsatta yerine getirirdi.
Belkiler üzerinden söylenecek sözlerin sınırı yoktur. Ulaştığımız sonuçsa, elimizdeki metnin varoluşçu felsefenin tohumlarını atan eserlerden biri olduğudur. Shakespeare’in 1601’de düşünce toprağına attığı bu tohumlar, ilk fidanlarını vermek için XIX. yüzyıla kadar bekleyecek, XX. yüzyılda ise görkemli bir ağaca dönüşecektir.
KAYNAKÇA
BATUR, Enis, Alternatif: Aydın Kültür ve Siyaset Üzerine Yazılar 1, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2012.
HANÇERLİOĞLU, Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995.
MONTAIGNE, Michel de, Denemeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.
MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
NIETZSCHE, Friedrich, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt, Alter Yayınları, Ankara, 2010.
NUTKU, Özdemir, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008.
NUTKU, Özdemir, Dünya Tiyatrosu Tarihi 1, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2011.
SARTRE, Jean-Paul, Bulantı, Can Yayınları, İstanbul, 2013.
SARTRE, Jean-Paul, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 1985.
SHAKESPEARE, William, Hamlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.
URGAN, Mîna, Shakespeare ve Hamlet, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014.
YÜCEL, Tahsin, Eleştiri Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
global.brittanica.com Son Erişim Tarihi: 15/11/2015.
Dipnotlar
[1] global.britannica.com Son Erişim Tarihi: 15/11/2015.
[2] Asım BEZİRCİ, “Önsöz”, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 1985, syf. 7.
[3] Özdemir NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, syf. 256.
[4] Orhan HANÇERLİOĞLU, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, syf. 367.
[5] Bkz: A.g.y., syf. 367.
[6] Jean-Paul SARTRE, Bulantı, Can Yayınları, İstanbul, 2013, syf. 192.
[7] Michel de MONTAIGNE, Denemeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, syf. 127.
[8] O. HANÇERLİOĞLU, a.g.y., syf. 225.
[9] J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, Say Yayınları, İstanbul, 1985, syf. 8.
[10] J. P. SARTRE, Action, 27/12/1944. Aktaran: A. BEZİRCİ, a.g.y., syf. 8.
[11] Tahsin YÜCEL, Eleştiri Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, syf. 54.
[12] William SHAKESPEARE, Hamlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, syf. 71.
[13] O. HANÇERLİOĞLU, a.g.y., syf. 367.
[14] Harry LEVIN, The Question of Hamlet, New Viking Pres, 1964, syf. 70. Aktaran: Mîna URGAN, Shakespeare ve Hamlet, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, syf. 388.
[15] Jan KOTT, Shakespeare Notre Contemporain, Paris, Juliard, 1962, syf. 78. Aktaran: M. URGAN, a.g.y., syf. 388.
[16] M. URGAN, a.g.y., 388.
[17] W. SHAKESPEARE, a.g.y., syf. 28.
[18] Bkz: A.g.y., syf. 11.
[19] J. P. SARTRE, Bulantı, syf. 44.
[20] Friedrich NIETZSCHE, Ve Böyle Buyurdu Zerdüşt, Alter Yayıncılık, Ankara, 2010, syf. 104.
[21] Bkz: A.g.y., syf. 98.
[22] W. SHAKESPEARE, a.g.y., ss. 140–141.
[23] Enis BATUR, Alternatif: Aydın Kültür ve Siyaset Üzerine Yazılar 1, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2012, syf. 48.
[24] Bkz: A.g.y., syf. 47.
[25] Ö. NUTKU, a.g.y., syf. 257.
[26] J. P. SARTRE, Varoluşçuluk, syf. 57.
[27] Bkz: A.g.y., syf. 69.
[28] W. SHAKESPEARE, a.g.y., syf. 96.
[29] Berna MORAN, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, syf. 154.
[30] M. URGAN, a.g.y., syf. 328.
[31] B. MORAN, a.g.y., syf. 112.
[32] J. P. SARTRE, Bulantı, syf. 199.
[33] Bkz: A.g.y., syf. 88.
[34] B. MORAN, a.g.y., syf. 293.
[35] F. NIETZSCHE, a.g.y., syf. 7.
[36] Ö. NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 1, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2011, syf. 20.
[37] J. P. SARTRE, a.g.y., syf. 110.
[38] F. NIETZSCHE, a.g.y., syf. 130.
[39] Bkz: A.g.y., syf. 34.
1995, İzmir. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı mezunu. Öykü, deneme, makale, tiyatro oyunu alanlarında kalem oynatıyor. Radyo programı yapımcılığı ve metin yazarlığı yapıyor.