Mütevazı Bir İntikam, Hep Lunapark ve Eski Karım Uzaya Gidiyor romanlarıyla tanınan Bahadır Cüneyt Yalçın bu kez bir öykü kitabıyla, Holden Kitap’ın yayımladığı Şapşallar‘la çıkıyor okur karşısına.
Tanıtım Bülteninden:
Hayat her türlü saçmalığı normalleştirecek kadar engindir!
Yalçın, öykülerinde insanın olağanüstü durumlara kolaylıkla uyum sağlayabilmesini mizahi bir biçimde anlatıyor. Karakterler ister mantık sınırları içinde şans eseri, ister doğaüstü olaylarla karşılaşsınlar, dünyanın büyülü gerçekliği karşısında tökezlemeden çıkış yollarını arayabiliyorlar. Öykülerin konuları muhtelif. Yeni Zelanda’dan penguen yumurtası getirilir, doğan penguen buzdolabında muhafaza edilir, hayvanları koruma derneği tarafından memleketine götürülmesi teklif edilir. Tekerlemelerin doldurma kısımlarının mantıksızlığı gündelik olaylarla sınanır. Günümüzde sıklıkla kullanılan, kalıplaşmış sözcükler karakterleştirilir, anlamlarına göre yaşayan insanlara dönüştürülür. Absürt fikirler çoğunlukla iyi bir kurmacayla öyküleştiriliyor.
Bahadır Cüneyt Yalçın Şapşallar – Arka Kapak Yazısı
Elinin kontrolünü kaybeden genç, kedisiyle konuşan yaşlı kadın, kızına penguen getiren mühendis, ıssız adadan potkal, hapishaneden mektup, hızla eksilen cenaze alayı, Zõrîmanya Başkanı, torbada zeytinyağı, atık pilleri kafaya takan, sabunlu kalan, stor perdenin hep yanlış ipini çeken adamlar… Saatli bombayla son saniyeler, yeşil şişeler, istifa eden kelimeler, davulcular, hastane aşkları, kahrolsun börülceler, inekler ve baltalar… Güzel insanlar, çırpınanlar, matrak şaşkınlar. Şapşallar.
Bahadır Cüneyt Yalçın’ın dünyası her ihtimale açık, öyküler doğayla ilişkimizi irdelediği gibi mantığın sınırlarını da baştan çizecek kadar güçlü, Keretvari.
Bahadır Cüneyt Yalçın’ın Şapşallar Kitabından Bir Öykü
Hedef Tahtası
Pes etmeden önceki hal-i pürmelalim feciydi.
Vidaları döndüremedim, çöpleri atamadım, halayları çekemedim. Tornavidam vardı, limon kokulu, yepyeni, sağlam çöp torbalarım vardı, halay çekmeye ellerim vardı, gerekirse beyaz mendilim vardı. Gelin görün ki olmadı, olamadı.
Geriye dönüp bakmayacaktım, ileriye atılacaktım. Tarihçi değildim, nostaljik zırvalara prim vermezdim. Yürüyüp gidecektim. Gidemedim. Çünkü buhran peşimi bırakmıyordu.
Rakip yarı alana geçmek isteyip de formasından çekilen futbolcu gibi zorlanıyordum, üstüne hakem de faul çalmıyordu. Kim yardım edecekti bana? Kim, “Bak şöyle şöyle,” diyecekti ama beni tanıyarak, bilerek, hissederek diyecekti? Dönsem dönemiyordum. Fırlasam fırlayamıyordum.
Hiç macera dolu bir hayatım yoktu, mesela hiç koşmakta olan bir attan trene atlamamıştım. Duran trene bile atlamamıştım.
Her akvaryumda bir çöp balığı bulunur. Her mahallede de öyle. Bütün gün öylece dururlar bunlar. Ağızlarını açarlar ama hiçbir şey demezler. Kimseye bulaşmaz, kimseyi sevmezler. Ben de onlardan biriydim.
Köpekler havlıyordu. Bana havladıklarını düşünürdüm. Kibir miydi bu? Kibre kapılacak kadar çok yaşamış mıydım? Birilerini durdurup “Köpekler kime havlıyor?” desem anlaşılır mıydı? Bak işte. Anlayamayacaklarını düşünmek de kibrimi sorgulamayı makulleştiriyordu. Fakat asıl ben anlayamıyordum. Ne köpekleri, ne de yoldan geçenleri, ne de kaldırımda dikilen trafik levhalarını anlayabilirdim. Gördüğü şeyleri aklında bir sandalyeye oturtabilmek için neye ihtiyacı olduğunu bile bilmeyen ben, kibirli olamazdım. Mümkün değildi. İster inanın ister inanmayın. Olmadığım şeyleri daha iyi tanımlarım.
Sokaklar bana yolumu kaybettiriyordu. Kafamda bir harita oluşturmuyorlardı. Nereye gitmek istediğimi bilmediğimden de değil, biliyordum. Kendi gündemimin sokakların gündemiyle ilgili olmamasındandı sanırım. Bir leğenden yokuşa salınan deterjanlı suyun bilinciyle ya da yuvarlanan mandalinayla yarışamazdım. Onları herhangi bir şeye ikna edemezdim. Hayallerim vardı ama doyurucu ve açıklanabilir bir amacım yoktu. Kabul edemiyordum ama farkındaydım.
Tam bir melodram pastasıydı durumum. Yüzünüze fırlattıklarında gözünüzün kararıp da kafanızı çarpmanıza, üç ay komada kalmanıza, komadan çıktığınızda Türkçeyi unutup dünyada sadece iki İzlandalının bildiği bir dili konuştuğunuzu görmenize sebep pasta.
Gözyaşlarım etrafımı tam bir Türk gölüne çevirmişti. Sancılarımdan bir dünya doğuruyordum adeta, elbet dörtte üçü su olacaktı.
İnsanlar duyarsızdı. Ben, “Hortlak gördüm,” diyerek ağlıyordum. Onlar, “Dur dur,” diyordu, “Çocukluğundan beri göremeyen adam ameliyattan sonra gözleri açıldığında hortlak görse sevinirdi. Böyle düşün, bırakma kendini.”
Sanki şehre sirk gelmişti de reklam olsun diye fili sokaklara salmışlardı ama ben korkuyla köşeme saklanmıştım. Herkes kampanyanın farkındaydı, bense içimde felaketlere gebe bir şehir taşıyordum.
Çevirip çevirip giydiğim bir çoraptı yaşama sevinci. Fakat aynı malzemeyle sadece Jenga oyununda yükselebilirsiniz, o da bir yere kadar.
Rakipsizdim ama kimsesizlikten. Kavgayı kiminle edeceğimi bilmiyordum. Kendime şunu soruyordum: “Muhatap bulamıyorsan düellonun ne manası var? Kılıcını mı havalandırıyorsun?”
Kamyonetin arkasına bağlanan kırmızı poşet gibiydim. Rüzgârın kolları arasında savrulan en gülünç ve yalnız şeydim.
Özetim buydu: Gülünç ve yalnızdım, evet.
Sonra pes ettim.
Yüksek bir binanın tepesine çıktım, aşağı atlayacaktım.
Ama ölmek isteyenlerin çoğu gibi ben de tereddüt ediyordum. Hemen mi ölürdüm? Çok acır mıydı? Ölemezsem ne kadar sakat kalırdım? Kafatasımı etraftan toplamak zorunda kalırlar mıydı?
Kısa süre içinde bütün esnaf ve oradan geçenler caddede toplanmıştı. İtfaiyecilerse kaldırımda branda gerdi, hazır bekliyordu. Siz hiç sekiz itfaiyeciyi hafif sıkılmış, bir miktar korkuyla yukarıya bakarken yukarıdan gördünüz mü? Gülesim geldi.
Birileri, “Ayyy,” diye, birileri, “Atla, atla,” diye, birisi de, “Taze simiiiidiiiiyeee,” diye bağırıyordu.
Yanımda iki polis memuru bitti. Üç dört metre yakınımda durdular. “Bir delilik yapma,” dediler bir ağızdan, ezberlemiş gibi. Aşağıda yukarı kim çıkacak diye yazı tura atmışlar mıydı acaba?
“Ne derdin var?” diye sordu yaşlı olanı. “İşsiz misin? Borçlu musun? Nişanlını başkasına mı verdiler?”
Cevap vermedim. Polisin sesi sanki yirmi yıl öncesinden geliyordu.
Aşağıya, insanlara, balkonlara, arabaların tavanlarına baktım.
Nasıl da her şeyi boş vermiş gibi hızla yaşıyor, hızla yaşlanıyordu her şey. Birileri acı çekiyor, birileri seviniyor, birileri kumarda kazanıyordu. Birileri WhatsApplaşıyordu, başkaları ağlaşıyordu.
Toplanan kişilerin hiçbirinin arkadaşım olamayacağını düşündüm çünkü büyük bir tehlike içinde olanların çekiciliği ölümle ilgilidir, yaşamla değil.
Kırmızı tuğlalı binanın duvarında yürürken fotoğrafı çekilen karıncayı düşünün, size dikkat kesilen herkes sizinle ilgileniyor demek değildir.
Derken gözüm brandaya takıldı. Ortasında kocaman rakamlarla 12 yazan bir hedef tahtası şekli vardı brandada. Görüntü tuhaf şekilde uykudan uyandıran bir avuç soğuk su etkisi yaptı yüzümde. Bu da neydi canım böyle? Yuh! Film setinden filan getirilmişti herhalde.
Kendimi nişan almamı bekliyorlardı.
İtfaiyeye bakar mısınız, itfaiyedeki vizyona bakar mısınız? Kedi kurtarırken de dana külbastı kokan eldivenler mi giyiyorlardı?
Bozuk sinirlerime cila çekti bu.
Aniden, ansızın, saniyenin yüzde birinde… Atlamaktan vazgeçtim.
Öyle ya, o pes ettiğim için binanın tepesine çıkmıştım. Yeni bir mücadeleye, yeni bir beklentiyi karşılamaya hazır değildim.
Yorgundum.