Günlerden bir gün, uyandığımda gördüm ki her şey kana bulanmış. Odamın duvarları, hayatımın her bir köşesi, her bir zerrem, hatta uykum, rüyalarım ve kendisinden köşe bucak kaçtığım ruhum.
Günün birinde, yıllarca saklandığım inimden, derimden ayrılıp gün yüzüne çıktığımda, güneşin sıcağından çok insanların fazla renkli oluşu gözlerimi aldı, defalarca katlayıp büyük zevkle minicik parçalara böldü. O dakikadan itibaren benim için herkesin içi, dışından çok daha kıymetli oldu. Mutlulardı, alabildiğine! Fakat kimin yanına biraz fazla yanaşırsan, bin türlü şikayet dilekçesini eline tutuşturuyorlardı. Hep daha fazlası, hep daha ötesi, daha iyisi, daha güzeli, daha, daha, daha! Ama mutlulardı, şikayet ede ede!
Bizim oralarda şikayet etmek benim gibileri memnun eder, yeraltında her şey çok daha konforludur aslında, rahatça küfür edebilir, istediğin kişiyle istediğin an sevişebilir, istediğin yeri yakabilir, sana bakışından hoşlanmadığın birinin gözlerini itinayla oyabilirsin. Cayır cayır yandığımız doğru, bazen havalar çok sıcak oluyor. Kazanlarda kaynadığımız ise yalan, biz sürülmüş değil, sürülmeyi tercih etmiş, vazgeçmiş varlıklarız o kadar… Yoksa bizim de bir hayatımız var elbet, yaşamayı beceremeyip sürekli daha iyi hale getirmeye çalıştığımız… Şimdi ben” iyi” diyorum ya, siz kim bilir ne zannediyorsunuz!”İyi hayat” açılımınız; günün birinde sizleri üzerlerine oturtmayı planladığımız plazalar, sizi daha aptal göstermekten başka bir işe yaramayan pahalı eşyalar, birbirinize küçük dillerinizi gösterip gizlice orgazm olduğunuz ortamlardan ibaret. Bence siz kazanlarda kaynıyorsunuz ve arada bir zikrettiğiniz” Elbette inanıyorum” cümlelerinin hiçbiri sizi kurtarmıyor.
Yerin ta dibinden, göğün en tepesine kadar var olan bütün katmanları biliyorum ben ve emin olabilirsiniz ki Tanrı en çok sizinle eğleniyor. Sizi özel yarattığı yalan ya da size inanılmaz yetenekler yüklediği! Tam bir fiyasko olduğunuzu konuşuyoruz durmadan. Fakat teknoloji konusunda oldukça ilerlediniz, ona lafımız
yok.
yok.
En çok kavga ettiğiniz konuların bizim yaşantımız oluşu ise ilgimi fazlasıyla çekiyor. Ölünce ne olacak, kim nereye gidecek, aman o günah, o sevap, komşunun kızının arkasından laf at, ama Cuma’ları kaçırma, durakta uyuyan hayvanları tekmele, ama dilinden”Allah” lafı düşmesin. Biz bunlara ayrıca gülüyoruz ki
bence melekler de gülüyor. Tavrı belli olanın karizması kimsede yoktur çünkü.
bence melekler de gülüyor. Tavrı belli olanın karizması kimsede yoktur çünkü.
Bir de sorum var: Hakikati, Yaratıcı’dan bağımsız olarak benimseyenlerin din, günah ve sevap ağacına asılmış olanlardan çok daha cevval ve emin savunuşunun sebebi ne olabilir?
Cevabım da hazır: Yaradan’ı aradan çıkarınca, insanoğlu tüm olacakları üzerine döker. Tepesine düşen bu çığ karşısında artık onu kurtaracak kimse yoktur. Sonsuz şefkat torpili, hayatının tam merkezine oturmuş bir boşluğa dönüşmüştür. Ona kızgın gözlerle bakan”kocaman” insanlara”Bir daha yapmayacak amcası / teyzesi, bak ben söz veriyorum” diyen annesi yoktur. Halbuki o an, korkuyu ruhuyla baştan ayağı emmiş çocuğa en büyük güveni, onu koruyan annesinin minik omuzlarındaki eli verir. Artık o el yoktur. El kesilmiştir ve güven kan kaybından ölmüştür.
İşte bu yüzden insana tüm kainatı tek başına yüklenmek kalır. O yük, omuzlarından kalbine doğru baskı yaparken, dili çok daha güçlü kılınır. O kendinden emin dil, dört baş çıkarır içinden, ucundan alevler püskürtür, hem kadın hem erkek olur, hem göğe, hem de yere hükmeder.
Oysa Hakikat’i Yaratan’ın kollarına dökmek, kendi bahçesine tohum ekmek kadar huzur verici ve sakinleştiricidir. Tanrı’nın anti-depresanı sonsuz şefkatidir. Kullarına sunduğu”Seni ne olursa olsun çok seviyorum” torpili, bütün Ademoğulları ve Havvakızlarının ana kucağıdır. En zalimi bile bir gün affedileceğine içten içe inanarak kötülük yapmaya devam eder. Tanrı’nın şefkatinin tohumları ise senin peyzaj mimarı olduğun bahçede ekilir. Çiçek ne olursa olsun tohum birdir. İşte ben, o bahçeye ekilen tohumların üzerinde öyle bir tepindim ki, işin sonunda bahçenin korkuluğu olmaktan başka bir şey elimden gelmedi. Korkuluk olmak ilk başta eğlenceliydi. Bahçedeki mahsulleri parçalamak isteyen karanlık yaratıkları kovmaya çabalamak formumu da korumamı sağlıyordu. Günler geçtikçe tepemde dolaşan yaratıklardan çok her daim sırıtan melekler daha çok sinirimi bozmaya başlamıştı. İyilik, dışarıda kalmış tatsız tuzsuz bir kek gibi tabağıma lime lime dökülüyordu. Yemiyordum. İçimde anlam veremediğim bir nefret büyüyordu ve bu nefret bana iyi geliyordu. Bir gün hiçbir şeyi umursamadan tüm melekleri kovdum. “Def olun gidin başımdan!” dedim,”Boğuluyorum!” Kötü olmaya karar vermiştim ve yenilenmiştim.
Yüzüme aydınlık gelmişti, arınmıştım. Zaten iyilik ve kötülük kararı,”Çay mı içelim yoksa kahve mi?” kararından çok daha kolaydır.
Yüzüme aydınlık gelmişti, arınmıştım. Zaten iyilik ve kötülük kararı,”Çay mı içelim yoksa kahve mi?” kararından çok daha kolaydır.
Ben kendimi bulma ayinimi yaşarken, elbette ki yukarıdan bana bakıyordu. Sabırla benim “doğru yola” dönmemi bekliyordu. Kafamı yukarı kaldırıp bağırdım: “Dünyaya gelenlere Kullanma Kılavuzu vermediğin gibi, doğru yolu bulmasını istediğin sapmışlara da navigasyon hizmetin yok! En azından Çağrı Merkezi kur! Numarası 666’dan daha yaratıcı olsun ama! 000 olabilir. Kocaman bir sonsuzluk, ebedi bir hiçlik fena olmaz değil mi?”
Beni çarpıp çöpe atmadı. Beni on kollu bir canavara dönüştürmedi, üzerimde şimşekler de çakmadı. Fena
cezalandırdı.
cezalandırdı.
Dünyaya gönderdi.
Dünyaya düştüğümden beri cinayet işliyorum. Çok mu keskin oldu? Ne diyecektim yani, “İnsanların nefesine son veriyorum” mu? Ne gereksiz bir ihtişam! Açık açık, insanları öldürüyorum. Bir de üzerine büyük bir zevkle, kendimden geçerek, yüzlerini kesiyorum. Beden yüz olmadan aynı. İrili ufaklı memeler, vajina ya da penis bir ayrım yaratmıyor. Fakat yüz, asıl kimlik kartı o. Kimliğe, ayrıma dair hiçbir şeye tahammül edemiyorum.
Kesilmiş yüzlerin akan kanlarından ise, karanlık ve aydınlık arasında kalmış saplantılı ruhların bedenlerine yazılar yazıyor, resimler çiziyorum. Karşılarına geçip “Hadi kanı iç!” diye emretsem hasta ruhlu olurum ve bundan tiksinirler. Fakat vücutlarını boyayıp, üzerine cümleler yazınca bu bir arınma ayini oluyor. Çünkü
sanata değen her şey kabul görür ve mubahtır.
sanata değen her şey kabul görür ve mubahtır.
Ben bedenlere yazılar yazarken zevkten midir, korkudan mıdır bilinmez, titriyorlar. Aynı anda kanla karışık hikayeler anlatırken elimde tuttuğum fırçalar acemilikten mi, heyecandan mı bilinmez, titriyorlar.
Kafama göre emirler yazıyorum bedenlerine, sonra onları bağıra çağıra okuyorum. “Kaçın!” yazıyorum mesela, yaşadıkları evlerden, yaşayamadıkları evlere kaçsınlar istiyorum. Yaşadıkların küf kokar, yaşayamadıkların ise patiska kumaş. Beyaz olanlardan, daha hiç yıkanmamış. Nizamlı duran ve birinin hayatına, masasına, bedenine, yatağına yerleşmeyi bekleyen… Beklediklerini bulsunlar diye, kaçsınlar istiyorum.
İkinci favorim ise, “Sorun!” emri. Hesap sorsunlar mesela, laf değdiremedikleri ebeveynlerinden başlasınlar soru sormaya, çekinmesinler, bağırsınlar avaz avaz “Kimsiniz lan siz! Ne yaptınız hayatıma!” Âdemoğlunun en kutsal bulduğu yerdir ana-baba mağarası. Oysa o inden çıkar canavarların en acımasızı.
Bedenlerini başka insanların yüzlerinden akan kanlarla boyatanların acı ve tiksinmeyle karışık hissettikleri bir duygu daha var: Gurur. Ayıp, günah, imkansız, iğrenç şeyleri başaranlarda görebileceğiniz o metalik gurur. Saka kuşunun değil, ancak bir karadulun anlayacağı bir his. Bu his, onları var oldukları hallerinden bambaşka yerlere taşıyor, kendi sıradan hayatlarına geri döndüklerinde başka bir hayatın tadını almışların umursamazlığı ve kudretine bürünüyor, artık pazartesiden cumaya yol alan, “sabah sekiz-akşam altı”da sabitlenen hayat onların umurunda olmuyordu.
Her bir hasta (psikologlara göre), kurban (Emniyet Teşkilatı’na göre), yoldan çıkmış (din adamlarına göre) ve insan (bana göre) beni ayda sadece bir kez ziyaret edebilir. Aynı ay içinde ikinci kez gelmek yasak. Grup içinde iletişim yok. Zaten hiçbiri bir diğeriyle karşılaşmak istemiyor.
Bu insanların arasında bedeninden tahrik olduklarım oldukça fazla, fakat onlara seksüel bir yaklaşımım asla olamaz. Bu işe başladığım üç seneden beri artık o vücutlar, gözüme insan bedeni gibi değil, önüme konulmuş bir tuval gibi geliyor. Ben de tuvali doldurmaya çalışan hevesli bir ressamım. Dünyanı
uçkurundan gören biri gibi davranamam.
uçkurundan gören biri gibi davranamam.
Allison karşıma çıktığında da durum tam olarak böyleydi. Allison soyunduğunda, Allison bana teslim olup fırça elime koştuğunda ve Allison’un vücudunu kana buladığımda…
Görüşmelerimizde ben erkek değildim, o da kadındı. Ortamda ne kadar vajina ve penis varsa, Allison geldiği an, kendi kendilerine kül oluyorlardı. Allison gidince ise ben, şehvete susamış erekte bir Anka Kuşu olarak hayatıma devam ediyordum.
Allison, ritüellerimizin her bir parçasına itaat ediyordu. Sadece bir sorunu vardı; her fırça darbesinde gülüyordu. Fırçanın gıdıklama payından bağımsız, gayet mutlu bir şekilde, vücudundaki her şekle, her cümleye bakarak, dinleyerek gülüyordu. Ağlayıp korkmak zorunda değildi ama durum herhangi bir mutluluğu barındıramayacak kadar keskindi. Ve bir gün isyan bayrağını çektim:
“Ne gülüyorsun?”
“Ne gülüyorsun?”
İrkildi. Seans sırasında konuşmak yasaktı. Cevap verip vermemek arasında gidip geldi.
“Bilmem…” dedi sessizce. “İçimden sadece gülmek geliyor.”
“Beni rahatsız ediyorsun ama. İşime konsantre olamıyorum, anladın mı?” diye çıkıştım. Tepkisine sessizlikle yanıt bulan her erkek gibi kanatlarımı üzerine doğru kabarttım.
“Bilmem…” dedi sessizce. “İçimden sadece gülmek geliyor.”
“Beni rahatsız ediyorsun ama. İşime konsantre olamıyorum, anladın mı?” diye çıkıştım. Tepkisine sessizlikle yanıt bulan her erkek gibi kanatlarımı üzerine doğru kabarttım.
“Yaptığınız işin müşterinizi memnun edişinden rahatsızlık mı duyuyorsunuz?” dedi. Gözüme bakan iki bal rengi göz, bana meydan okuyordu.
“Ben kimseyi müşteri olarak görmüyorum Allison” dedim sertçe. Cümlem duvara çarptı. Yerde parçalandı.
“Neyiz biz peki?” dedi. “Sizin kan kardeşiniz mi?” Bozulmuştum. Beklemediğim kadar sivrilmiş, o sivrilmiş yanlarıyla beni törpülemeye geliyordu.
“İşimize bakalım” dedim.
“Neyiz biz peki?” dedi. “Sizin kan kardeşiniz mi?” Bozulmuştum. Beklemediğim kadar sivrilmiş, o sivrilmiş yanlarıyla beni törpülemeye geliyordu.
“İşimize bakalım” dedim.
Acemice. Mahcubiyetle. Aptalca. Bozguna uğramış halde.
Fırçayı kana bulayıp Allison’un, belinin kalçasına selam ettiği o oyuk yerine gelmişken elim titremeye başladı. Fark ettirmemeye çabaladıkça titreme artıyor, Allison sessiz kalıyor, o küçük titreme gururumda depremler yaratıyordu.
Allison aniden elimi tuttu. Elimle birlikte tüm varlığımda aniden özerklik ilan etti. “Fırçayı bırak” dedi.
Bıraktım. “Şimdi soyun.”
Bıraktım. “Şimdi soyun.”
Soyundum.
“Uzan. Ama sırt üstü. Yüzünü görmem gerek.”
“Uzan. Ama sırt üstü. Yüzünü görmem gerek.”
Büyülenmişçesine, itirazsız, dediklerini yaptım. “İtiraz” kelimesi lügatimden kalkmış, Allison beni net olarak ele geçirmişti. Kesilmeyi bekleyen bir koyun gibi, boyanmayı bekliyordum. Fırçasından neler çıkarabileceğini tahmin edemiyordum. Belki her fırça sahibine göre kükrerdi, onu da bilmiyordum.
Fırça kana batıyor, en kaliteli at kılı, en sıradan insanların kanına bulanıyordu. Allison çalışmaya başlamıştı. Üzerimde saçma sapan çizgiler çiziyor ve yine durmadan gülümsüyordu. Önce bir güneş çizdi, sonra bir çiçek. Sağ bacağıma boydan boya yıldız. Kollarıma dalgalar. Gövdeme ise kocaman bir ağaç çizdi.
Salkım söğüt ağacı.
Salkım söğüt ağacı.
“Güneş parlaman için” dedi. “Asla karanlıkta kalma diye. Çiçek her daim açman, var oluşumuzun temeli olan toprağa karışman gerektiğini simgeliyor.”
Varoluşumuz mu, parlamak mı? Karanlığı ötelemek mi? Hepsi tüm sülaleme sağlı sollu girişmekle eşdeğerdi. Ama itiraz edemiyor, sesimi bile çıkaramıyordum. Üzerimde bin yıllık bir kütle, sadece itaat ediyordum.
“Bu dalgalar denizi sembolize ettiği gibi, suyu da temsil ediyor. Berrak, su gibi bir kalbin olsun diye. Ara sıra dalgalansa da bir süre sonra sakinleşecektir, unutma.”
Allison’u öldürecektim. Onu lime lime edecek, sonra ellerimle suyunu çıkaracaktım.
“Ve bu salkım söğüt; bağlılık ve sevgiyle huzura ermen için. Dünyaya tersten baksan da, çiçeklerin yüzünden her daim güzel görüneceksin.”
Sırtımı çevirdikten sonra ise aniden durdu.
“Ben bir meleğim biliyorsun değil mi?” dedi. “Şu, bahçeden kovaladıklarından. Onların suret değiştirmiş haliyim. Ve seni kutsadım. İçine iyilik doldurdum. Öldürmeyecek, aksine yaşatacaksın. Yok etmeyecek, durmadan üreteceksin. Mutlu ol, çünkü kutsandın.”
Dişlerimin arasından tısladım:
“Öldür beni, çünkü lanetlendim.”
“Öldür beni, çünkü lanetlendim.”
Vücuduma doldurduğu bütün aptal şekiller, sevgiyi, Tanrı’yı, umudu, hayatı temsil eden bütün o semboller vücuduma doldukça ağlıyordum. İçimdeki bütün nefret gitmiş, beslendiğim her şey yok olmuş ve ben bomboş kalmıştım. Bu aptal halimle yüzlerce çocuğu sevebilir, yüzlerce insanı mutlu edebilir, artık mesaili bir işe girebilir hatta apartman yöneticisi olabilir ve önüme gelen ilk gerizekalı kadınla evlenip çoğalabilirdim. Aniden durdu Allison.
“Kan bitti” dedi.
“Yeter artık, bir şey çizme” dedim.
“Son bir işaret kaldı. Onu da yapmam gerek.”
“Kan yok” dedim, “Yeni bir yüz kesmeliyim.”
“Kan bitti” dedi.
“Yeter artık, bir şey çizme” dedim.
“Son bir işaret kaldı. Onu da yapmam gerek.”
“Kan yok” dedim, “Yeni bir yüz kesmeliyim.”
Sakince bana baktı.
“Sen zahmet etme” dedi, “Ben hallederim.”
“Sen zahmet etme” dedi, “Ben hallederim.”
Olayın üzerinden ne kadar zaman geçti bilemesem de, artık yüzü olmayan, iki alem arasında sıkışmış, kötülük yapmayı alabildiğine özlemiş fakat iyilik timsali haline gelmiş bir yaratığım.
Bir melek tarafından yüzüm kesildi, yetmedi, lanetlendim. İyilik temsilcisinden büyük kazığı yedim. Kaçtığım ne varsa, aslında sevdiğim şeyin tam merkezi olduğunu öğrendim.
Ve artık kimseyim.
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.