“Ancak ölüm, göğsünüzde kavuşmaz da gövdenize dar gelirse, o zaman fena; o zaman ölümün sefaleti başlar.”[1]
Akın Çokuğurluel’in üçüncü romanı Çobanaldatan, okudukça bir fotoğraf karesinden filme dönüşüyor adeta. İlk sayfalarda diline alışmakta güçlük çeksem de yazarın, zaman içinde yapmaya çalıştığı şeyi fark ettiğimi sanıyorum. Fotoğraftan filme dönmek dedim ya; metin başladığında kahramanın gözünden okuduğumuz bu romanın ‘sallantıda’ olduğu hissi doğuyor kuvvetli bir şekilde ama aslında ‘sallantıda’ olanın roman kahramanı Kahraman olduğunu fark etmekte gecikmiyoruz. Bir şeyler oturmuyor, bir kısım eksik kalıyor hissi bir süre devam ediyor. Detaylarda bolca boğulan aksayan bir ritim gibi… Fakat ne zaman ki karakterimizin anneannesi ölüyor, romanın dünyası değişiyor. Kahramanın da, durumların da, olayların da yapısı birden renk değiştiriyor sanki. Dil daha metaforik, olaylar daha ana karaktere hizmet eden bir biçime dönüşüyor. Dilin keyifli dönüşümünü görünce Çobanaldatan kuşu bizi de kandırdı gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi.
El mecbur ki mevzu hemen Çobanaldatan kuşunun hikâyesine geliyor… Bunu paylaşmalıyım çünkü böyle bir kuşun varlığından bile haberdar değilken şimdilerde acaba yakından görebilir miyim diye heyecanlanıyorum-elbette kitabın ve -ah- Nesrin’in etkisiyle. Çobanaldatan’ın sizi kandıracağını önceden biliyor olsanız da insan heyecanlanıyor onu görmek, o anı yaşamak için. İster sirk deneyimi gibi deyin ister aşk gibi… Bu kuş, öylece yaralı gibi yerde yatarak, insanların -kandıracağı insanın- kendisine yaklaşmasını sağlayan ve ona yaklaşıldığında aniden sıçrayıp birkaç metre sonra yeniden kendisini yere atan bir çeşit ajitatif karaktere sahip. Aynı Nesrin gibi…
Anti kahramanımız Kahraman bir tren kazasında annesini ve babasını kaybetmiş, yitik bir çocukluk yaşamış bir karakter. Bu yüzden tüm seçimleri gibi âşık olduğu kadın da kendisi gibi yitik ve üstelik tam anlamıyla Çobanaldatan kuşunun özelliklerini barındırıyor… Kör bir şekilde âşık olduğu Nesrin’e duyduğu hüzünlü ve saplantılı aşkı günden güne çoğalıyor, sevgiye aç Kahraman’ın. Tüm olaylar Kahraman’ın gazetede gördüğü absürt ilanla başlıyor aslında… Baştan anlatacak olursam; Kahraman bir gazetede ‘Kış seven eleman aranıyor’ ilanını görünce bu işe başvurmaktan kendini alamaz zira kışı çok sevmektedir. Başvurmaya gittiği iş yerinde ‘bir yanlışlık olmuş biz kış seven değil kuş seven eleman arıyoruz’ cevabını alır. Fakat Kahraman bu iş için biçilmiş kaftan olduğundan emindir ve kışı sevmesini şu cümlelerle açıklar:
‘Çünkü kış her şeyi örter’
‘Mesela?’
’Ölüm, mesela.’[2]
Bu yanıtı, işe alınmasını sağlamakla beraber okuyucunun yabancılaşmasını da sağlıyor. Tuhaf bir absürtlük bulutunun içine doğru sürüklendiğinizi hissettiğiniz anda yüzünüze tekrar ölüm tokadını atıyor, uyandırıyor acımasızca… Anneannesiyle aynı evde yaşıyor olmaktan mutsuz değilse de ona bir türlü alışamadığını hissettiriyor. Bu durum da okuyucu için, ailesini tren kazasında kaybeden adamın karakteristik siluetini belirginleştiriyor. Bir yandan Nesrin’in sevgisine ve ilgisine muhtaçken diğer yandan anneannesiyle yaşadığı evde yemeğini tepsiyle odasında yiyen ve anneannesi ölünce evin boşluğunda boğulan tuhaf bir adam Kahraman… Nesrin’in ilgisine bu kadar muhtaçken onunla ilk öpüşmesini ‘bir süngere dokunmak, ılık süt içmek, jöle yemek, pasta kremasını yalamak’ gibi eylemlere benzetmesi de Kahraman’ın içindeki şeyin aşktan çok bir saplantı olduğuna işaret ediyor. -En sonunda Nesrin için yıllarca hapis yatıp çıktığında yine ona gitmesi de bize bunu işaret etmiyor mu? Bir de bu detayı Zeki Demirkubuz filmlerine benzetmeden geçemeyeceğim…-
Nesrin ve Kahraman’ın ilk öpüşmelerine şahitlik eden kuşlar, anneannenin ölümüne sebebiyet vererek tuhaf bir durum doğuruyorlar. İşyerinden ona emanet edilen kuşlardan birini eve getirmesiyle anneannesinin kuşla bağ kurması bir oluyor. Kuşa öylesine bağlanıyor ki onunla yatıp onunla kalkıyor. Derken kuş ölüveriyor. Anneannesi kuşun öldüğünü fark etmiş olmasına rağmen hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor:
‘Az daha uyusun. Daha çok erken. Sonra oradan oraya atıp duruyor kendini’,
‘Yumurta kaynatayım mı evladım?’
’Peynir, beyaz peynir azalmış. Akşam gelirken alıver evladım’. [3]
Yazar bize öyle bir duygunun zeminini hazırlıyor ki buradan sonra, sanki Kahraman anneannesine kuşun öldüğünü söylemese anneannesi de ölmeyecekti… Kızını tren kazasında kaybetmiş bu kadının bir ölüme daha dayanacak gücü kalmamıştır belli ki… Bir kuşun ölümüne bile…
Anneannesinin ölümünden ve cenazesinden bahsederken belki de en çarpıcı anlatımlardan birine de değinmeden geçemeyeceğim: ‘…Toprağa kapanıp dövünmedim, komik olurdu bu. Sadece gözlerim daldı sık sık. Hava iyiydi Allahtan, çamur olmadı, kimsenin ayakkabısı kirlenmedi, tören sonrasında dua okudu hoca. Sessizce dağıldık. Hepsi bu kadardı. Anneannem orada kaldı. Ben eve döndüm.’[4]
Bu cümlelerle birlikte zihnimde Rilke’nin, Malte Laurids Brigge’nin Notları romanındaki ölüm anlatısı çınlamaya başladı:
“Eskiden insan biliyordu (yahut belki de seziyordu) ki, meyvanın çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte, ve ölüm, onların her birine garip bir ağır başlılık, sakin bir gurur verirdi.”[5]
Kahraman ölümle ikinci kez yüzleştiğinde savaşamıyor, yeniliyor. İlk yüzleşmesini biraz anneannesinin varlığı sayesinde biraz da çocuk oluşuyla falan atlatıyor da… İkinci seferi kaldırmakta zorlanıyor aynı anneannesi gibi… Yabancılaşıyor, saçmalıyor, onun tabiriyle daha anneannesinin ölüsü soğumadan kendisini Nesrin’in yanında buluyor. Yaşama tutunduğu tek dal olan Nesrin’e koşuyor… Öyle bir koşuyor ki, yirmi yıl sonra onun yüzünden düştüğü cezaevinden çıktığında hala tek düşündüğü Nesrin oluyor.
Romanın geneline dair birkaç söz etmek gerekirse, ölümü ele alış biçimi çok gerçek. Bu yüzden sarsıcı, sinir bozucu ve detaylarıyla sizi şaşırtan bir roman. Anti kahramanın kurgusu ve metaforik algısı okurken lezzetli bir deneyim yaşatıyor-bunun sebebi de ana karakterin gözünden ve dilinden sürece şahitlik etmemiz olsa gerek-. Tüm roman boyunca kuş metaforları dikkat çekiyor; hem Nesrin karakterinin karşılığı olan Çobanaldatan kuşu hem de ölümü beraberinde getiren muhabbet kuşları zihinlerimizde yerleşik olan kuş imgesinden çok uzağa savuruyor bizi. Savurduğu yerde Hitchcock’un Kuşlar’ı, Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş’u ve Tankred Dorst’un Ben Feuerbach’ı ve daha birçokları yatıyor…
“Aslında her şey basit bir rüyadan ibarettir hayatta. Zamanında uyanmasını bilirsen sen de bir iz bırakabilirsin.”[6]
[1] Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, De Yayınevi, 1966, s.10
[2] Akın Çokuğurluel, Çobanaldatan, Notabene Yayınları, İstanbul, 2018, s.24
[3] Ag.y. S.98
[4] A.g.y. s.108
[5] Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, De Yayınevi, 1966, s.10
[6] Akın Çokuğurluel, Çobanaldatan, Notabene Yayınları, İstanbul, 2018, s.181
2012 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık bölümünden mezun oldu. Çeşitli yerlerde öykü atölyeleri ve drama atölyeleri düzenledi. Dramaturg olarak Tiyatro 4’te yer aldı. Çeşitli mecralarda öyküler ve incelemeler yayımladı. Şimdi senarist olarak yazınsal yaşamına devam etmektedir.
Tebrik…Güzel bir inceleme yazısı. Kitabı merak ettim…