Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Bu yıl da ne yazık ki 8 Mart’ı cinsiyet odaklı emek sömürüsü açısından konuşacağız. Üstelik bir de sömürüyü toplumun her alanında derinleştiren pandemi gölgesi altında.
Son bir yıldır, adıyla yaptıkları birbiriyle örtüşen “taçlı” bir virüsün egemenliğinde, ölümün kol gezdiği tekinsiz bir dünyada yaşıyoruz. Her yer öyle karanlık ki göz gözü görmüyor. Milyarlara karakterin kendisine biçilen rollerin bilinmezliğinde dolaştığı, sonunun ne olduğu henüz yazanlar ve okuyanlar tarafından da kestirilemeyen bir kurmaca dünyadayız sanki. Yazanı, çizeni, öznesi, nesnesi her şeyiyle her birimizin rol aldığı kurgusal bir dünyanın kargaşasında sürükleniyoruz.
Yüzyılımızın başından bu yana virüslerin neden olduğu birçok salgına tanıklık ettik. Son olarak da pandemiye sebep olan Covid-19 hepsini sollayıp açık ara öne geçti ve unutulmayacaklar arasına girdi. Dünyayı kasıp kavuran pandemi sürecinin yarattığı kaos durumu; uygarlaştıkça daha mutlu, daha rahat, kaygısız ve tasasız yaşayacağına, içinden çıkılmaz sorunlar üreten bir yaşama mahkûm olmasının nedenleri üzerinde, insanlığı düşünmeye çağırıyor. İçine sürüklendiği yok oluşu görmesini sağlamak için elinden geleni ardına koymuyor.
Yapay zekânın sınırlarının tartışıldığı, uzayda koloni kurma çalışmalarının başladığı, laboratuvarlarda canlı dokuların ve imkânsız gibi görünen birçok şeyin üretilebildiği bir çağda, bir virüs yüzünden yaşamın neredeyse durma noktasına geldiği süreci yaşıyor olmamız hiç de sürpriz değil. Çok iyi biliyoruz ki kapitalizm yaşamın düşmanı olan bir düzendir ve insan yaşamı da, doğa da onun yüksek kârı için bir araçtır. İklim krizi, virüsler, tükenen doğa, açlıktan ve hastalıktan ölen insanlar, onun için önemsizdir. İçinde bulunduğumuz pandemi süreciyle birlikte de, krizi yönetmek, insandan yana çareler bulmak gibi bir derdinin olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Covid-19’da da tedavi hizmeti sunmadığı gibi, salgına da şirket mantığıyla, yüksek kârlılık penceresinden bakmakta, yüksek kârı nasıl sağlayacağının hesapları peşinde koşmaktadır.
Covid-19’la birlikte kapitalizmin büyük krizlerinden birinin daha içinde olduğumuz açıktır. Karantinayı da zorunlu kılan bu süreç, birçok işyerinin kapanmasına, birçok fabrikanın emek tasarrufu yapmasına yol açtığından işsizlik çok arttı. Bu süreçte kadınlar en kolay vazgeçilen unsurlar olarak daha çabuk ve daha çok gözden çıkarıldılar. Normal zamanda bile gebe kalma, çocuk bakımının uzun sürmesi nedeniyle tercih edilmeyen ya da daha az ücretle, esnek ve güvencesiz olarak çalıştırılan kadınlar, pandemiyle birlikte işlerini ilk kaybedenlerden oldular. Ekonomik anlamda erkeğe bağımlı hale geldiler. İşini kaybeden kadınla birlikte aile de yoksullaştı. Emek sömürüsü, yarattığı bu eşitsizliği toplumun her alanına hızla yaydı. Bu süreçte ev işlerinin kadının sorumluluğunda olduğu konusu tekrar hâkim görüş olarak kuvvetlendi ve şiddetli bir hal aldı. Kadının ev içi yükü arttı. Ekonomik, fiziksel ve psikolojik ağır baskı altında kalan kadınlar için yaşam daha da zorlaştı.
Tarihsel sürece bir göz attığımızda sadece bugün değil, her zaman kadınların yaşamının zor olduğuna tanıklık ediyoruz. Tarımsal yaşama geçişle birlikte başlıyor bu zor süreç. Yerleşik hayatla birlikte doğan özel mülkiyet, gerekli kıldığı toplumsal işbölümüyle birlikte toplumsal cinsiyet kavramını ortaya çıkarıyor. Bu kavramla birlikte kadından ve erkekten; toplumun kültür, inanç, görüntü, yaşam biçimi olarak sınırladığı beklentiler ve kurallara uyması bekleniyor. Yani toplum kadınlığa ve erkekliğe farklı anlamlar yükleyip, aynı koşullarda yaşayan kadın ve erkek arasında büyük eşitsizlikler yaratıyor. Ortaya çıkan aile kavramı, kadını da mülkleştirerek erkeğin malı haline getiriyor.
En karanlık çağdan en “aydınlık” çağa kadar erkeğin mülkü olmaktan kurtulamayan kadın, toplumsal eşitsizliğin kaynağı olan kapitalizm ne zaman krize girse, krizden en çok etkilenen kesim olmuştur. Çünkü sistemin, krizlerini çözmek için kullandığı iki güçlü silahı vardır; savaşlar ve kadın düşmanlığı. Bu yüzden kapitalizmin krizleri kadın erkek arasındaki toplumsal eşitsizliği derinleştirir. Yüksek kâr hırsından vazgeçemeyen sömürü düzeni, ücretleri düşürmek için kadın emeğini erkek işgücünün rakibi olarak gösterir, kadın düşmanlığını kışkırtır ve beraberinde erkek şiddetini getirir. Kısaca kadın, kapitalizmin günahlarını kapatmada paravan olarak kullanılır.
Kadın, emeğin yeniden üretimi için vazgeçilmezdir. Aynı zamanda da merdiven altında emeği neredeyse bedava satın alınan, çalışma koşulları insanlık dışı olan fabrikalarda, yanarak can verecek “yedek işgücü ordusu”nun bir üyesi, tüketimi körüklemekte kullandığı en kullanışlı reklam materyalidir. Yani kadın kapitalizmin en vazgeçilmezidir. Yarattığı toplumsal cinsiyet kavramına hapsettiği, istediği gibi oynayacağını düşündüğü bir metadır. Pandemi süreci bütün bu durumu bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştır. Uzağa gitmeye gerek yok, son yıllarda yayınlanan devletin resmi raporlarındaki verilerde bile, bu yönde uygulanan politikaların kadını getirdiği noktayı görmek mümkündür. Bu raporlarda kadının kamusal alandaki yerinin sıralamasındaki gerileyişi, kadın işsizliği artışındaki hızı görmek, kadın cinayetlerinin arttığını ve kadın hakkında daha birçok olumsuz gelişmelerin yayıldığını okumak mümkün.
Geldiğimiz noktada kadın kırk satırla ile kır katır seçenekleri arasına sıkıştırılmış gibi görünüyor. Emek piyasasına baktığımızda ise zaten çok az olan şansları; işsiz kalmakla, sağlıklarını riske atarak çalışmaya devam etmek arasında salınıyor. Gittikçe yozlaşan bir düzende (erkeklerle birlikte) ölümle, yaşam arasında seçim yapmaları isteniyor. Artan erkek şiddeti yaşam haklarını ellerinden alırken yanlarında olması gereken güçleri de karşılarında buluyorlar.
Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Umutsuzluğa yer yok! Tablo ne kadar karanlık olsa da aydınlıklarıyla gökkuşağı renklerini bu tabloya katan iki güçlü kadın örgütünden söz ederek yazımı bitireceğim. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve UCİM, Çocuk İstismarı İle Mücadele Derneği.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu kadınları, “Asla yalnız yürümeyeceksin” söylemi çevresinde örgütlenmeye, “Sorunları kolektif akılla birlikte çözmeye, hak ve özgürlük mücadelesini büyütmede dayanışmaya” çağıran bir platform. Kadına ve çocuğa yönelik saldırılarda kamuoyu yaratmak, gücü çoğaltmak konusunda oldukça ileri ve cesur adımlar atıyorlar. Haklarını aramak için seslerini yükseltmek için kadınlarla güç birliği yapıyorlar. Adliyelerde davaları takip edip müdahil oluyorlar, hukuksal danışmanlık, sığınma evleri için birbirlerini destekliyorlar. Her yıl kadın cinayetleriyle ilgili veriler yayınlayan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun web sayfasının bu yıl yayınlanan 2020 raporunda 300 kadının öldürüldüğü, 170 kadının ölümünün şüpheli olduğunu okuyoruz.
Kadınların ve çocukların karşı karşıya kaldığı cinsel saldırılar ve kız çocuklarının evlendirilmeleri durumunun çok iç karartıcı olduğunu söylemeye gerek yok. Ama umutsuz değiliz! Çünkü kadınlar mücadeleye devam ediyor.
UCİM, Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği de sözünü edeceğim ikinci oluşum. İstismara uğramış çocukların ve ailelerinin yardımına koşan, tıbbi, psikolojik ve hukuksal destekler de sağlayan bir oluşum. Çocuk istismarı ve ihmali konusunda eğitim, seminer, konferans, bilimsel çalışmaların yanında, birçok kuruluşla işbirlikleri yaparak, istismar karşısında toplumsal farkındalığı güçlendirmeye çalışan, kamuoyunda etkili bir dernek. Bu iki kuruluş ve iki kadın kararlı ve sağlam duruşlarıyla sadece kadınların değil, toplumun birçok kesimi için de umut olmakta, birçok kesimin desteğini almaktalar.
Çizdiğimiz olumsuz tablo çok karanlık, korkunç ama asla çözülemeyecek, yeniden renklendirilemeyecek durumda değil. Geçmişe baktığımızda insanlığın karşılaştığı sorunlar karşısında, kendine yakışır çözümler üretecek bilince sahip olduğunu biliyoruz. Özellikle mücadele içinde meşale olmuş ilerici kadınlar yolumuzu aydınlatmaya devam ediyorlar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ‘nde anılan, 8 Mart 1857’de yanmayı göze alarak haklarını savunan işçi kadınlar umut ışığı olup yolumuza rehber oluyorlar. Kadının mücadele tarihi direnme azmimizi diri tutup kararlı bir şekilde mücadele etmek için öncü oluyor.
Umutluyuz! Sözünü ettiğimiz iki oluşum da içimizi ısıtan, mücadele gücü ve azmi aşılayarak yüreklerimizi umutla dolduran kadın oluşumları. Yükselen şiddet ise yabancısı olmadığımız, niteliğini çok iyi bildiğimiz bir durum. Karşımızda tek seçenek var; yaşam hakkına sahip çıkarak mücadele etmek. Biliyoruz ki kadınlar ne zaman kararlı bir şekilde ayağa kalkar, mücadele ederlerse mutlaka başarılı oluyorlar. Kazanımları aynı zamanda toplumun da kurtuluşu ve ilerlemesi için işaret fişeği oluyor. Varlıkları ile hak talep etmenin kilometre taşı olarak yolumuzu aydınlatıyorlar. Yaşam hakkına sahip çıkmak, eşit vatandaşlık isteğinde bulunmak, şiddet son bulsun demek, emeğine sahip çıkmak gelişmenin ve ilerlemenin de en önemli koşuludur.
Umutluyuz! Çünkü bütün bu kadın oluşumları, 8 Mart 1857 yılında yanarak mücadele eden New York’lu kadın işçiler ve yasal hakları için 297 gün direnen Flormar’ın kadın işçilerinin başarı hikâyesi, kapitalist sömürü düzeninin neden olduğu olumsuzlukların ortadan kaldırılabileceğini göstermektedir. Önemli olan kararlılıkla bir araya gelmek, değiştirebilme gücümüzün farkında olmaktır.
|ŞİMDİ OKU: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün Köklerine Yaraşır Kitaplardan Bir Derleme