Tilki Sanat, 2019 yılının Ağustos ayında, İzmir’de alternatif sanat mekânı olma iddiasıyla kurulmuş bir kültür merkezidir. Resim ve heykel sergilerin yanında söyleşiler, T-Talks, Oda Tiyatrosu ve Fanzin sohbetlerinin de yapıldığı sanat merkezi, İzmir’de herkesin ulaşabilirliğini sağlamış, sıcak, samimi bir merkez olarak büyük ilgi görmektedir. Bu anlamda internet sitelerinde belirttikleri “Sanat alanında disiplinlerarası ilişkiler kurarak güncel sanatsal teknikler ışığında toplumsal gelişime katkı sağlamak ve sanatın bireye ulaşılabilirliği konusunda kreatif çözümler üretmek,” misyonunu yerine getirmektedir.
Koronavirüs’ün olumsuz etkilediği süreçte aktif sergilere bir süre ara veren Tilki Sanat, çevrimiçi atölye çalışmalarıyla izleyenleri ve sanat meraklıları ile buluşmaya devam etmektedir. İşte sanat eleştirisi, sanat kuramları ve sanat danışmanlığı alanında çalışmalar yürütmekte olan Tilki Sanat kurucusu Çağatay Olgun’a sorduğumuz sorular ve onun verdiği yanıtlar. —Röportaj: Sülbiye Yıldırım
“Sanatı Anlamak Konusundaki En Büyük Engel Sizsiniz!”
Çağatay Olgun kimdir, “Tilki Sanat” nedir, amacınız nedir, sizi Tilki Sanat’ı kurmaya iten neden ya da nedenler nelerdir?
Pamukkale Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde çağdaş sanat kuramları ve sanat eleştirisi üzerine doktora yapıyorum. Henüz lise yıllarımda sanat tarihinde akademik kariyer yapmak hedefimdi. Duyum, biçim, dinleyici ile girilen estetik ilişkinin boyutları ve devamında da sanat tarihi ve sanat eleştirisine duyduğum merak, beni akademik dünyaya sürükledi. Küçük yaşlarda gitar ile başlayan müzik hayatım da bu düşüncenin şekillenmesinde etkili oldu.
Üniversite hayatım süresince, sanattaki paradigma kırılmalarına, kimlik farklılıklarına ve tüm bunların eleştirel alana yansımalarına odaklandım. Öte yandan alternatif bir sanat mekânı, çalışmalarımı gözlemleyebileceğim estetik bir laboratuvar ya da bir düşünce okulu olarak çalışabilecek bir sanat alanı hayalim vardı. 2019 yılında İzmir’e döndüm ve Ağustos ayı içerisinde Tilki Sanat’ı kurdum.
Kendimizi disiplinlerarası ve alternatif bir sanat alanı olarak tanımlamayı seviyoruz. Kuramsal ve teorik etkinlikleri temel alan bir atölye yapılanmamız var. Tilki Sanat her şeyden önce çağdaş sanata yönelik teori ve uygulamalarda disiplinlerarası bütünlüğün gözlemlenebileceği bir yapı. Sanat tarihinden felsefeye, edebiyattan, müziğe, tiyatrodan sanat eleştirisine geniş bir perspektifte çalışıyoruz. Zira değişen dünyanın yeni sanat koşulları karşısında farklı yaklaşımlar, alternatif yaşantılar ve düşünsel kurgular geliştirmek zorundayız. Bu nedenle Tilki Sanat, söz konusu estetik kurguların deneyleri, tartışmaları ya da karşıtları ile dolu bir alan. School of the Art Institute of Chicago, Fordham University, Sorbonne University gibi köklü sanat eğitimi kurumlarının kavram ve yöntemlerini kendi görüş ve koşullarımız ile değerlendirerek Türkiye’ye uyarlamaya çalışıyoruz. Sanatın tarih süresince “gerçek” ile girdiği ilişki biçimlerindeki şiddetli değişimleri de göz önüne alırsak, sanatın akış halindeki kültürel yapılanmalarda oynadığı projektör görevini ve bu bağlamda eleştirel düşünce ile sanat arasındaki ilişkileri öne çıkarıyoruz.
Tilki Sanat olarak endüstriyelleşmiş bir galeri anlayışı ya da salt ticarileşmiş bilgi ilişkileri kurmuyoruz. Herhangi bir ideoloji bağlamında, herhangi bir ideolojiye karşı açık-seçik, biçim ve içerik bağlamında tümleşmiş bir muhalefet geliştiremeyip, ülkenin çağdaşlaşmasını ya da ufka doğru çağdaş hayaller kurmasını bekleyemezsiniz. Kadına şiddetin, suç ilişkilerinin öznesi olup demokrasinin ya da ilericiliğin sembolü olamazsınız. Bunları konuşmadan sanat konuştuğunuzda, eleştirmen hatta sanatsever de olamazsınız. Sanatçı üzerinden inşa edilmiş bir sömürü düzeninde, doğru izleyici refleksleri ve düşünce süreçleri oluşturamazsınız. Ve tabi burada sınıfsal ayrımlara da bakmak gerek.
Günümüzün vahşi ekonomik modeli ve onun piyasa koşullarının tam da istediği şey oluyor. Grafikleşmiş, fantezileşmiş, tüketilebilir ve kendi muhalefetini de “satabilir” şekilde pozisyon almış bir realite bu. Uysal, eleştirmeyen, iş ilişkilerini dengede tutan, agresifliğinden arınmış bir ortam. Sanat tarihinde sistem ve sermaye ile sanatın arasının bu denli iyi olduğunu, bu çapta bir uzlaşı kurulduğunu hiç görmemiştik.
Durduğumuz yer, bu uzlaşının dışında kalmayı arzuluyor. Güncel olması gereken sanat tarihi, tarihin tozlu taraflarında kategorize etme, çeviriler yapma ve belge okumaya indirgenmiş durumda. Tilki Sanat bu duruma itirazın hikâyesi aslında. Bir yılı biraz aşkın süreçte beş sergi, yüzden fazla söyleşi, atölye ve çevrimiçi etkinlik, bir oda tiyatrosu, dinletiler, eleştirel okuma ve dramaturgi etkinlikleri gerçekleştirdik. Sanırım uzun bir hikâyeyi en kısa haliyle bu şekilde özetleyebilirim.
Manifestonuzdaki söylemler sorumluluk sahibi bir aydının toplumsal işlevini işaret ediyor. Söylemlerinizi destekleyen çalışmalarınızla da insanlara ulaşmayı başardınız, sıkı bir takipçi kitlesi oluştu. Serbest bir düşünce ve tartışma ortamı yarattınız. Salgın döneminde çevrimiçi olarak yaptığınız atölyelerle sadece İzmir’den değil, diğer illerimizden geniş bir kitleye sesleniyorsunuz. Bir anlamda bir “kültür merkezi” oluşturdunuz. Takipçi profilinizi tanımlayabilir misiniz? Sizce insanlar neden yaptığınız atölyelere ilgi gösteriyor?
Aslında bu soru Tilki Sanat’ın ortaya çıkış gerekçelerinden biri. Organik düzlemlerde bir araya gelerek, estetik deneyim süreçleri ve bilimsel çerçeveler içerisinde konuşabilir, tartışabilir, birbirimize itiraz edebilir, yüksek sesle sorular sorabiliriz. Tilki bunu yapmaya çalışıyor. Pandemi dolayısıyla her ne kadar çevrimiçi platformlara hapsolsak da, tartışma ve atölye ortamlarımızda organik ilişkileri ve estetik deneyimi önceliyoruz.
Tilki Sanat’ın tüm etkinliklerinde öne çıkan söylem “tartışma”dır. Tek taraflı bir bilgi alışverişinden ziyade katılımcının da aktif olduğu bir süreç inşa ediyoruz. Foucault’un önemsediğim bir tespiti var, “bir dinleyici olduğu zaman yapılan şey eğitimdir, iki dinleyici olduğu andan itibaren ise vülgerizasyon başlar,” der. Karmaşık süreçleri, düşünce sınırlarının dönüşümlerini, kısaca sanatseverleri yoran tüm konuları bu bağlamda ele almaya çalışıyoruz. Yaşanan dünyaya uymayan, analojik ya da kronolojik denklemlere dayalı masalsı bir sanat anlatmıyoruz. Sanata sorular sormayı ve sanatın dilinden konuşmayı öğreniyoruz. Atölye sonunda katılımcılarımızı cevaplar ile değil, yeni sorular ile yolcu ediyoruz. Zaten katılımcı profilimiz de bunu özetliyor. Giriş ya da orta düzeyde sanata ilgi duyan, nitelikli sanat talep eden, buna zaman ve bütçe ayıran, kendi dünyalarında sanatın toplumsal ve eleştirel boyutlarına açık, “düşünme yeteneğine sahip” bir kitlemiz var.
Katılımcılarımızı kendi mesleki alanlarında da eleştirel tarafta duranlar oluşturuyor çoğunlukla. Başta Sanat Okuryazarlığı etkinliğimizde sanat camiasında önemli görevler yürüten katılımcılarımızın ve sanatçılarımızın varlığı bizi oldukça mutlu ediyor. Bir diğer mutluluk kaynağımız ise katılımcılarımızın yüzde 90’ının kadınlardan oluşması. Bu katılım yüzdesi bile ülkemizdeki sistemli kadın düşmanlığının ve eril saldırganlığın nedenleri hakkında düşünmemizi sağlıyor.
Katılımcılarımızın bilgiye olduğu kadar, bilgiyi nasıl kavramsallaştıracağına, bir adım ötede ise nasıl yaşamsal kılabileceğine dair çalışmalara önem veriyor. Birlikte çözümlemeler yapıyor, metinler yazıyor, somut verilere ve öznel yargılara dayanan çıktılar üretmeye çalışıyoruz. Sanat tarihi etkinliklerinde katılımcılarımızla mikro ölçekte kendi sanat tarihimizi yazıyoruz. Tilki Sanat’ın bu noktada kurduğu bağlar önemli. İlgi görmemizin sebebi kaba tabirle “hap bilgiden” uzak olmamız ve birlikte inşa ettiğimiz bir estetik deneyimi önceliyor oluşumuz.
Sanat deyince şöyle bir geri çekilme ihtiyacı duyar büyük çoğunluk. Özellikle görsel sanatları herkesin anlayamayacağı, ancak “kültürlü insanlar”ın anlayabileceği gibi bir kanı yerleşmiştir düşüncemizde. Sanat nedir sizce, anlaşılabilir bir şey midir?
Atölye ve söyleşilerimde ısrarla altını çizdiğim bir nokta aslında bu sorunuzun cevabı. Katılımcılarımıza, çoğunlukla da sanatı anlayamadığından mustarip katılımcılarımıza şunu söylüyorum: “Sanatı anlamak konusundaki en büyük engel sizsiniz.” Bir sanat yapıtı ile aranızdaki mesafe sizin inançlarınızdan, varsayımlarınızdan, ön kabullerinizden, yani sizin zihninize dair kaynaklardan oluşuyor. Bu ön kabullerde kimi zaman din, kimi zaman ideoloji, kimi zaman yetişme tarzı, yani pek çok şey etkili. Öncelikle bunları yıkmayı hedefliyoruz.
Burada bir başka sorun da sanatı anlamak ile içerik, hikâye gibi sanatın ikincil değerlerini tanıyabilmek arasındaki bulanıklık. Bir Rembrandt tablosunu anlamak, çarmıhtaki İsa’yı tanıyıp tanımamanızdan bağımsızdır. Hikâyesini kavramak inanın kolaydır, Yeni Ahit’teki bir psalter içerisindeki bilgidir. Burada doğru soru; “ressam ne anlatıyor” klişesinden ziyade, “neden ve nasıl anlatıyor” sorusudur. Diğeri bir şekilde metne bağlı yapacağınız okumalar ile çözülüyor.
Peki, resmi anlamak? İşte o renk, çizgi, fırça, motif, desen ve ritm ile yani onu resim yapan “biçimsel” değerleri ile mümkündür. Bu ayrımı önemsiyor ve öneriyorum. Bunu yalnızca formalizme indirgenmiş klasik modernist tavır olarak algılamamak lazım. Ötesinde, sanatı, onun dilinden konuşamadan hikâyesinin özgüllüğünü de anlayamayacağımızı zaten artık çok iyi biliyoruz. Sanatın felsefe, psikoloji ya da sosyoloji ile ilişkisi de biçimden bağımsız bir tartışma değildir. Ama bunlar birer ölçüt ya da yardımcı yöntem olarak eserin önüne geçmemeli. Peki, anlam nerede duruyor?
İstisnaları bir kenara bıraktığımızda, sanat nesnesi alımlayıcısına iletilmek üzere anlamlar, mesajlar ya da güzellik değerleri taşıyandır. Sanat eseri insana ve yaşama seslenen bir nesne. Fakat önemli bir koşula bağlı. Sorunuzda geçen “kültürlü insan” ya da anladığım şekliyle, eleştiren ve doğal olarak bilgisel süreçlere meraklı olan insanın yapabileceği ve algılayabileceği bir nesne. Yani kısaca zaten anlamını bize borçlu olan ve bir yandan da bize bir şeyler anlatmaya adeta mahkûm olan bir nesneden bahsediyoruz. Sanat nesnesi karşısında bizler de bu anlamları çok çeşitli yollardan alımlamaya mahkûmuz.
Önyargılardan oluşan o mesafeyi ortadan kaldırdığımızda, bu mahkûmiyet bir işbirliğine dönüşüyor, bütünlüklü bir estetik deneyime adım atılıyor. Böylelikle, denilebilir ki sanat, yaşam ile aramızda gerçekleşen bir etkinlik, bir işbirliği, bizimle var olabilen bir canlılık hali. Bu canlılık halini tamamlayan ise algılayabilen öznenin estetik deneyimi oluyor. Sanat tarihi, kuramlar, metotlar ya da yöntemler buradan sonra devreye giriyor. Bu deneyim süreçlerinde bilince ve hazza katkı sağlayarak estetik deneyimlerimizi nitelikli kılıyor. Ama unutmamak lazım, önce algı sonra uygulama. Birincisi olmadan, ikincisi düşünülemez bile.
Açık Yapıt ve Dramatik Okumalar çok ilgi gören atölyelerinizden. Açık yapıt okuma etkinliklerinin ilk 2 ayını adadığınız Bedrettin Cömert; “…gerçek toplumcu sanat, insanı, birey-toplum bütünlüğü içinde görüp yansıtabilen sanattır. Toplumculuk bir konu, içerik sorunu değil, yöntem sorunudur, bakış açısıdır, dünya görüşü biçimidir,” diyor. Siz de bir röportajınızda “Bir yapıt oluştuğu bağlamda kıymetlidir,” demişsiniz. Ne demek istiyorsunuz?
En öznel davranan sanat akımlarında bile, sanatçının öznellik koşullarını ve hatta özgürlüğünü sınırlayan başat faktör toplumsal yaşantıdır. Sanatçı, olumlu ya da olumsuz, toplumsal yaşamdaki tüm gerilimler ile çevrelenmiştir. Yapıtın bağlamı ise sanatçının bu gerilimde durduğu yer, aldığı hasar, verdiği tepki, sezdiği ya da sezemediği, bir bütün olarak girdiği ilişkidir. Richard Shusterman’ın dediği gibi, “Sanat insan etkinliklerinin organizasyonudur.” Sanatı yaşamın dışında konumlandırmak onu aklın da dışına itmek anlamına gelecektir.
Sanat yaşantıya verilmiş biçimin estetiğini inşa etmek değil midir? Bakın yansıtmadan değil, inşadan bahsediyorum. Heidegger’in işaret ettiği gibi hakikatin o ana kadar ortaya çıkmamış, o andan sonra da çıkamayacak boyutunu inşa etme eyleminden. Sanatçı bu boyutu, Bedrettin Cömert’e atıfla söyleyelim, yöntem, bakış, dünya görüşünü sorunsallaştırarak biçimlendirir. Bu boyutun inşası ise tartışmasız olarak insana dair ve insan içindir. Yaşamsal gerçeklikte bağlamına oturmayan şey de sanat değil, tutarsız bir fanteziden ibarettir. Aksi durum sanatçıyı da belirli bir model etrafına hapseder ki sanat her şeyden önce estetik özne ile yaşam arasındaki özgürlük sözleşmesi, hatta özgürlüğün bilfiil varlık bulmasıdır.
Tilki Sanat’ın etkinliklerinin de özünü bu düşünce oluşturuyor. Sanat ile yaşamlarımız arasındaki süreçleri kavramadan sanatı anlamanın imkânsızlığına işaret ediyoruz Bu açıdan sanat doğrudan yaşamın içinde yapıldığı ve kültüre bağlı olduğu için, Bedrettin Cömert’in de işaret ettiği gibi, kendimizi yansıtmak durumundadır.
Açık Yapıt demişken… Kasım ayı sonunda Açık Yapıt’ın ikinci dönemine başlıyoruz. Bu dönemi Turan Dursun’un aydınlık hatırasına ithaf ettik. Söylemeliyim ki Tilki Sanat bünyesinde beni en çok heyecanlandıran etkinlik Açık Yapıt olabilir. Eleştirel okumayı, tartışmayı, en önemlisi de sanat karşı sorular türetmeyi öğreniyoruz. Bunu yaparken de Shayegan, Bedrettin Cömert, Foucault, Danto, Wölfflin, Read gibi önemli düşünürlerin yapıtlarını ve metotlarını keşfediyoruz.
Cumhuriyet kurulurken Atatürk’ün sanata çok önem verdiğini, bu konuda özel çalışmalar yaptığını, yaptırdığını biliyoruz. Atatürk olmayan bir şeyi mi var etmeye çalışmıştır? Gerçekte bizim bir sanat geçmişimiz, bir sanat geleneğimiz var mıdır? Büyük bir çoğunluğun bu konuda bilgisiz, hatta bilinçsiz olmasını nasıl açıklarsınız?
Atatürk, 18.yy’ın ortalarından itibaren başlayan bir süreci dehası, liderlik meziyeti ve elbette ki iktidar olanakları ile rasyonalize ederek sistemleştirmiş, özellikle de batılılaşma sürecinin kurumsal ve kuramsal dayanaklarını Türk tarihinde görülmediği ölçüde mümkün kılmıştır. Cumhuriyet dönemi kazanımlarını 1923’ten sonrasını savunarak koruyamayız. Yirmisekiz Mehmed Çelebi de bizim, Abdullah Cevdet de, Sanayi-i Nefise Mektebi de bizim, Galatasaray Resim Sergileri de. Namık İsmail’i, Diyarbakırlı Tahsin’i, General Cevdet’i, Şeker Ahmet Ali Paşa’yı Türk batılılaşma tarihinden çıkarırsanız ya da tanımazsanız büyük bir boşluk yaratırsınız. Şeker Ahmet Ali Paşa mesela, 1873’te bir Türk sanatçının organize ettiği ilk resim sergisini açmış, 1900’da retrospektif sergi düzenlemiş. Neredeyse 1840’lardan beri gazetelerde sanat hakkında yazılıp çizildiğini görüyoruz.
Henüz 19.yy’ın ortalarında Osmanlı Sarayı Paris’e Ferik Tevfik ve Ferik İbrahim Bey’leri resim eğitimi almak için gönderiyor. Bunlar dönemi içerisinde muhteşem adımlar. Yani Batı menşeili sanatımızı 1923’ten başlatırsak, yanılırız. Bu süreci 18.yy’a kadar, yurtdışına gönderilen ilk elçilerimizin İstanbul’a getirdiği çizimlere, gravürlere kadar indirgemek mümkün. Elbette batılılaşan sanatın gelişiminde hiçbir biçimsel ya da düşünsel gelişme bize ait değil, bunun altını çizmek lazım. Öte yandan bu ilk kuşak sanatçılarının yetiştikleri coğrafyada ürettiklerine dair hiçbir yerel geleneğe dayanmadan ortaya koyduklarını da alkışlamak gerek. Çünkü bizim sanat geleneğimiz batılı olandan çok daha farklı.
Gelenek dediğimiz bir noktada deneyimin kuramsallaşması değil midir? 18.yy. öncesinde bize ait olmayan bir kültürü gelenekselleştirmek haliyle sancılı olacaktı. Bugün, görece enformasyon ve lojistik koşulların iyileşmesi ile dünyaya daha entegre olsak da sancılarımız geçerliliğini koruyor. Çünkü temelde Batı’ya karşı batılılaşma gibi sorunlu bir model bu. Daha da vahimi şu anda herhangi bir modelden söz etmek de çok zor. Bu bir zaaf. Şimdilerde, yaşayarak, kaygılı bir biçimde tecrübe ediyoruz bunu.
Son yıllarda ekseninden kayan toplumsal yapı ve çağdaş düşünce potansiyelimizi de düşündüğümüzde Cumhuriyet döneminin başarısı, motivasyonu ve idareci kadronun entelektüel birikimi, bugün yara almaya başlayan Batılılaşma serüvenimizde en büyük avantajımız hatta güvencemiz olarak görünüyor.
Resim sanatı üzerine akademik çalışmaları yaptığınızı, sanat tarihi uzmanı, küratör olduğunuzu biliyorum. Buradan yola çıkarak; ülkemizdeki sanat alanları, galeriler, sergiler ve sanat eleştirileri üzerine düşüncelerinizi öğrenmek isterim.
Güncel manzarayı şöyle özetleyebilirim; sanatın kültürel, bilimsel ve politik alanlar ile arasındaki neden-sonuç ilişkilerini okumaktan oldukça uzaktayız. Bir yanda kuramın kuralcılığına sıkışmış bir yaklaşım, diğer tarafta kuramsal düşünceyi küçümseyenlerin katı ve cansız etkinlikleri. Kitsch estetiğin yükselişi, politik olandan sıyrılmış bir genç kuşak, okuryazarlıkta gerileme. İstisnalar var tabi ama yekûn pek iç açıcı değil. Elbette dünya ölçeğinde çağdaş sanatın getirdiklerini, götürdüklerini de hesaba katmak lazım. Artık problem metaya indirgenmiş bir sanat değil; her şeyin meta değeri ile var olduğu bir dünyada sanatın estetik değerlerinin meta estetiğinin hizmetine girmiş olması bence asıl problem.
Genç sanatçıların en çok zorlandığı nokta burası. Hâkim sanat piyasası anlayışı onlar için çok tedirgin edici. Genç sanatçının teorik ve her şeyden önce okuryazarlık seviyesinin de son derece düşük olması, bir başka handikap. Önlerinde iki piyasa gerçeği var: Birincisi hızlı ve kolay tüketilebilir olarak nesne yapımı; ikincisi karmaşık ve nadir olarak anlamsızlığa sığınmış imajların statüye dönük üretimi. Belki de şu ayrımı yapmakta yarar var, sanat piyasası mı sanat camiası mı? Sanat yönetimini, küratörlüğü ya da eleştirmenliği hobi olarak yapan bir grubun elinde dönen sanat piyasası, yüzlerce gencin geleceğe dair tutku ve hayallerini yönetiyor. Türkiye’de kıymetli isimleri tenzih ederek söylüyorum bunu fakat bu gerçeğin üzerinden atlayarak yapılan tartışmaların bize söyleyeceği pek bir şey yok.
Yanıtlarınız için çok teşekkür ederim. “Dünyada yalnızca siyasetin değil, sanatın da olması ne iyi.”
Çalışmalarımızın ve düşüncelerimizin değer kazanmasının, onların alkışlanması ya da kabul edilmesi ile değil; onlara karşı sorulan sorular ve eleştiriler sayesinde mümkün olduğuna inanıyorum. Bu nedenle bize kendimizi değerli hissetme ve bu platform aracılığı ile tartışılabilme imkânı verdiğiniz için ben çok teşekkür ederim. Sanat tarihi tamamlanmış ya da tamamlanabilecek bir sürecin tarihi değildir. Onu hep birlikte yazıyoruz. İsterdik ki siyaset, onun içerisinde küçük bir dipnot olarak biçimsiz dünyaların karanlık insanlarına ait uzak bir ihtimal olsun. Ama maalesef böyle değil. Çok gerçek. Ve sanat her zaman gerçek olanı tartışıyor. Siyasetin korkunç gerçekliğini unutmadan ama sanat ve bilim yanında taraf olacağımız aydınlık günlerde, umarım çok başka şeyler konuşabiliriz.