Sonra sen, hiçliğin içinden,
Yeni bir dünya yarattın, bilinmeyenden.
Sade aklınla, bilgeliğinle,
Kristal Dünyan uzak yıldızların ötesinde,
Parıldıyor Tanrısal bir ateşle.
—William Newcastle
Kimin dünyasıydı bu Dünya? İlla ki birilerinin mi olmak zorundaydı? Bu adına Dünya denilen küre, birine cennetken ötekine cehennem mi olmalıydı? Öteki denen şey neden vardı? Yok muydu bunun bir orta yolu? Yok muydu bu yuvarlak küreyi her bir canlıya cennet eylemenin bir yordamı?
Dünya, bu tıkıldığımız kürenin kadınlara da ait olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyi bir türlü başaramayan ademoğulları ile dolup taştığından beri, bu sorular en çok kadınların aklına mıhlanmış olmalı. Çünkü bu yaşadığımız gezegenin çekilmez yüzünü en çok gösterdiği canlılardan biridir kadın. Çünkü insan denen mahlukat, yeryüzü ona çekilmez olmaya başlayana dek sormayı akıl edemez. Dayanamadıkça sorar. Dayanamadıkça değiştirmeye çalışır. Tarih kitapları esas savaşları kadınların çıkardığını belirten eril zırvalarla doludur. En kanlı savaşların ardında hep kadınların olduğunu söyler dururlar. Oysa kadınların değiştirme gayretinin temelinde, sadece kendilerine yaşanılabilir bir alan yaratma, yer edinme arzusu vardır. Direncinin kırıldığı noktada da yeni dünyalar yaratır. Gözünün gönlünün kaldıramadığı birçok gerçekten hayal kurarak kaçan her insan gibi yeni ve yaşanılabilir dünyalar tasarlar.
Aslında Margaret Lucas Cavendish de kendi dünyasını kuran kadınlardan yalnızca bir tanesidir. Her köşesini felsefeyle, akılla, bilimle, sevgiyle donattığı Yeni Kristal Dünya adlı ütopyası, var olmasını düşlediği dünyanın fantastik bir yansımasıdır.
“Cennet sizin geldiğiniz dünyada değil,” demiş ruhlar. “Şu anda yaşadığınız dünyada. Sarayınızın, kentinizin olduğu dünyada.”
İngiliz aristokratlarından biri olan Margaret Lucas Cavendish, kadınların kendi isimleri ile sanat ve bilimde pek de ortalıklarda görünemediği 17. yüzyılda, yazdığı şiirlerle, oyunlarla, denemelerle dünyada fikirlerine ve kendine yer açmaya çalışmıştır. Bu girişimleri ve nihayetinde yarattığı Yeni Kristal Dünya’sı, onu, ilk kadın aktivist ve bilim kurgu yazarlarından biri olarak anmamızı sağlar.
Karakarga Yayınları’nın, unutulan ve keşfedilemeyen kitaplarla bizi buluşturduğu Kayıp Kitaplar Kütüphanesi serisinin dördüncü kitabı olarak önümüze gelen Yeni Kristal Dünya’yı okurken, olması gereken ile olamayanlar arasındaki uçurumlar zihnimizde daha da belirginleşiyor. Servin Sarıyer’in masalsı çevirisi ile keşfe çıktığımız yer yer uçuk sayılabilecek bu renkli ve fantastik ütopyada, gücü elinde bulunduranın şiddet ve baskı enstrümanlarını kullanmadan nasıl yaşanılabilir bir Dünya yarattığına şahit oluyoruz.
“(…) en iyi bildiği şeylerden biri inancın insanlara zorla kabul ettirilemeyeceği, ancak nezaketle ve ikna yeteneğiyle onlara sunulabileceğiymiş. Zira korku insanları itaate zorlayabilirmiş, ancak sevgi hem korkudan daha uzun sürer hem de insanları yaptıkları işlerde daha özenli kılarmış.”
Kitabı okumaya başladığımızda, önce düşesin tüm asil ve kıymetli hanımlara samimi seslenişiyle karşılaşıyoruz. Bu seslenişte küçük de olsa bir serzeniş vardır. Hanımların felsefi tartışmalardan hazzetmediğine vurgu yapmış ve bunu onlara, fantastik ve romantik bir ütopya kurgulayarak anlatma yolunu seçtiğinden bahsetmiştir. Düşesin kendini ifade etme gayretinde, muhataplarını ne kadar ciddiye aldığını ve her ne kadar kendince mükemmel bir ütopya tasarlamış olsa da onu içinde bulunduğu yalnızlık hissinden kurtaracak şeyin, yarattığı dünyadan ziyade o dünyayı paylaşacağı insanlar olduğunu görüyoruz.
“İskender veya Sezar gibi büyük bir fatih olacak gücüm ve imkânım olmayabilir, ancak bu dünyanın sahibesi olamayacağım için kendi dünyamı var ettim. Bu yüzden inanıyorum, en azından umuyorum ki, bu dünyamı kimse kıskanmayacaktır.”
Üç bölümden oluşan kitapta, seslenişten sonra, bu fantastik dünyanın kapıları aralanmaya başlıyor. Başına gelen kötü olaylar neticesinde kendini bambaşka bir dünyada bulan ana karakterimiz, içinde bulunduğu bu Yeni Kristal Dünya’nın imparatoruyla evlenerek imparatoriçe oluyor ve yönetim ile ilgili tüm yetkileri elinde barındırıyor. Ütopyadaki tasvirlere bakınca ilk dikkatimizi çeken şey, hiçbir canlının yaşadığımız dünyadaki canlılara benzememesi ve monarşik yönetim oluyor.
“Küçük büyük bir sürü yöneticisi olan bir ulus çok başlı bir canavara benzermiş onlara göre. Üstelik söylediklerine göre monarşinin kutsal bir yönetim biçimi olduğuna inanıyor, bu yönetim biçimini dinlerine de uygun buluyorlarmış̧. Ne de olsa sadece bir tanrı varmış̧ ve herkes ona inanırmış̧. Bu yüzden ulusun da bütün vatandaşların itaat ettiği tek bir imparatoru olmasından daha doğal bir şey olamazmış̧.”
Yarı insan yarı hayvan görünümünde, her renkten, her boyuttan canlının olduğu ve her birinin müthiş bir uyum içerisinde farklı bir bilime ve alana hizmet ettiği bu Yeni Kristal Dünya’da tek bir din, tek bir imparator var. Ülkeler yok, ırklar yok, farklı dinler ve inanışlar yok. İmparatoriçe, toplumu kaosa ve fikir ayrılığına sürükleyecek her türlü farklılıktan arınmış olan Yeni Kristal Dünya’yı yönetebilmek için önce işleyişini ve düzenini tanımaya karar veriyor. Çıktığı keşiflerde her birimle ayrı ayrı ve çok uzun süren görüşmeler yaparken biz de Cavendish’in doğa felsefesine ve feminizme olan yakınlığını keşfediyoruz. Kitabın bu kısımları karşılıklı diyaloglar halinde ilerlerken, Cavendish’in doğa felsefesine olan yaklaşımını, feminist ruhunun yansımalarını, lider ruhunu yakından tanımaya başlıyoruz.
Hayatını ve fikirlerini doğa felsefesinin üzerine inşa eden Cavendish, ütopyasının temellerini de doğa felsefesinin esasları üzerine atıyor. Sayılara, cihazlara, özellikle mikroskoplara hep şüphe ile yaklaşırken insan sezgilerini, becerilerini ve akla dayanan her şeyi daha güvenli bir alana oturtuyor. Bunu daha berrak bir şekilde sunabilmek için de soyut olarak algıladığımız birçok kavramı bir şahsiyete, kimliğe bürüyerek hikâyeye ortak ediyor. Dürüstlük, acele, talih gibi kavramların kendi aralarında tartışabildiği bu Yeni Kristal Dünya’nın satır aralarında gezinirken buluyoruz kendimizi.
Yeni Kristal Dünya’yı diğer ütopyalardan farklı kılan en önemli noktalardan biri ise yazarın, yani Cavendish’in, kendini kurguya ikinci bir karakter olarak dahil etmiş olması diyebiliriz. Bu ütopyada din ve kadın hakları gibi konularda değişlikler yapmayı planlayan imparatoriçe, başka bir dünyanın kadını olan bir yazardan, yani Newcastle düşesinden yardım alıyor. Gerçeklik ile düşündeki dünyası arasına böyle bir köprü kuran Cavendish, ütopyasındaki imparatoriçeyi de en yakın arkadaşı olarak görüyor. Hem ona imreniyor hem onu kıskanıyor hem de onu çok seviyor. Çünkü nasıl yarattığı dünya içinde yaşayamadığı dünya ise, İmparatoriçe de kendi dünyasında olmak isteyip olamadığı kadının yansımasıdır. İçinde sakladığı esas benliğini, yarattığı bu fantastik dünyanın başına getirerek düşlerini bir nebze gerçek kılıyor. Onu kurtaran şey ise yarattığı imparatoriçeye olan hayranlığı oluyor.
Bu iki kadının değişiklikler yaparken seçtiği yollar ve yöntemler, yazımın başında da bahsettiğim konuya gelip dayanıyor; aslında kadınlar kaos yaratmak değil, değiştirebilmek ve kendilerine yer açmak istiyor. Seçtikleri yollara bakınca da uzun, meşakkatli, yorucu, ama yıkıcı olmayan yolu seçtiklerini görüyoruz. Ve fark ediyoruz ki bunun sevgiyle de başarılabildiği başka dünyalar mümkün. Hayal kuran birçok insanı da hayata bağlayan sanırım bu “mümkün”lük oluyor. Sadece bu “mümkün”lük vaadi için bile aslında bu kitabı herkese önerebilirim. Ama tıpkı Newcastle düşesi gibi, içimden en çok kendi dünyasını yaratmaktan çekinmeyenlere önermek geçiyor. Ve bu nedenle yazıyı onun sizleri Yeni Kristal Dünya’ya davet eden sözleri ile bitiriyorum:
“Burada Hector ve Aşil gibi cesur, Nestor gibi bilge, Ulysses gibi belagatli ve Helen kadar güzeldim. Ama barışı savaştan, aklı politikadan ve dürüstlüğü güzellikten daha çok önemserim. İskender’in, Sezar’ın, Hector’un, Aşil’in, Nestor’un ve Ulysses’in yerine bütün dünyaya değişmeyeceğim dürüst Margaret Newcastle imgesini kullandım. Eğer var ettiğim bu dünyayı beğendiyseniz ve benim vatandaşım olmak isterseniz kendinizi öyle hayal etmeniz yeterli. Vatandaş olmak istemeyenleriniz de pekâlâ kendi dünyalarınızı var edebilirsiniz.”
18 Eylül 1992’de Mersin’de doğdu. Yedi yıl blog yazarlığı yaptı. Çeşitli dergi ve yayınlarda öyküleri, incelemeleri ve denemeleri yayımlandı. Freelance içerik editörlüğü ve redaktörlük yapıyor. Lisans öğrenimini Osmangazi Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı.