Murat Nedim, ekonomi eğitimini yarıda bırakıp gazeteciliği seçen, uzun yıllardır mizah dergilerindeki çizgi öykülerinden gazetelerdeki röportajlara, senaryo yazarlığından metin yazarlığına geniş yelpazede kalem oynatan bir isim. Büyük Prens, Cehennem Muhabiri ve Erkan Kolçak Köstendil ile birlikte hazırladığı Mukadderat‘ın ardından bu sefer öyküleriyle okur karşısına çıkan Murat Nedim’le, Karakarga Yayınları’nca yayımlanan yeni kitabı İstanbul’un Son Yılanı Nasıl Öldü?yü konuştuk.
Murat, hoş geldin. Yeni kitabın İstanbul’un Son Yılanı Nasıl Öldü?, tebrik ederek başlayalım. Nasıl ilk yorumlar, tepkiler?
Öncelikle belirtmeliyim ki tarz olarak daha önce yeraltı edebiyatı ve fantastik edebiyata daha yakın öykü, çizgi öykü ve romanlar kaleme almış olmam ve bu kitabın çocukluğumun mahallesinde geçen basit hatıratlardan oluşması beni tanıyan okurlar üzerinde hafif bir şaşkınlık yarattı. Çünkü kitapta demonlar, yeryüzüne inen melekler, emekliye ayrılmış hayaletler yok. Tabii kitabın isminin İstanbul Son Yılanı Nasıl Öldü? olması da yine beni tanıyanların “İstanbul’un son yılanı kim?”, “Ruhani, tarihi veya hayali bir varlık mı?”, “Mitolojik bir karakter mi?” sorularına maruz kalmama yol açtı. Onun haricinde ilk tepkiler, “Hafif bir tebessüm, hafif bir göz yaşıyla okuduk,” yönünde oldu.
Evet, bahsettiğin gibi bu sefer bir mahalle ortamıyla, mahalle öyküleriyle okur karşısındasın. Fikri ne zaman, nasıl doğdu?
Kitaptaki 11 öykünün birkaçını çok çok önceleri L-Manyak dergisi, birkaçını Harakiri ve Karakarga dergileri için çizgi öykü olarak hazırlamıştım. Sanırım geçen sene anason kokulu dost muhabbeti akan bir masada “Yahu, şu Şarapçı Sinan’ın cinayeti anlatsana,” şeklindeki bir soru üzerine ben de mahallemizin karakterlerini anlatmaya başladım. Bunun üzerine Kutlukhan Perker’in, “Bunları kitaplaştıralım,” demesi üzerine bu kitap doğdu.
Yazım süreci nasıldı? Düzenli bir mesainin ürünü mü bu öyküler yoksa zaman içinde parça parça yazıyor muydun?
Bahsettiğim gibi, birkaçı hazırdı zaten. Ancak çizgi öykü şeklindeydi. Şunu da belirteyim, neredeyse yirmi yıldır, yayın ve basın dünyası içindeyim. Hayatımı sadece yazarak ve haber yetiştirerek kazandım. Belli bir süre sonra özellikle benim gibiler için yazmak hem vazgeçilmezlik hem de hayatın doğal akışı halini alıyor. İşim haricindeki yazılar için -çünkü bir ajansta metin yazarlığı yapıyorum- iki veya dört saatimi ayırıyorum. Hiçbir şey yazmasam bile klavye başında boş sayfaya bakarak oturuyorum. Bazen on sayfa bazen bir paragraf çıkıyor. Bazen sadece hayaller akıyor. Bu kitaptaki hikâyeler de hem parça parça hem de Covid-19 sürecinde birden bire yazıldı diyebilirim.
Girişte kitaptaki hikâyeler ve karakterler için “gerçek hayallere dayanmaktadır” diyorsun. Ne kadarı gerçek ne kadarı hayal diye sormayacağım ama karakterleri, hikâyeleri yaratmadaki yöntemin, önceliklerin nasıldı?
Kitapta anlatılan hikâyelerin üzerinden neredeyse otuz yıl geçmiş durumda; hangilerinin hayal, hangilerinin meyal olduklarını emin olun yazarken unuttum. Hatta anlattığım hikâyeler arasında “Yahu, ben mi uyduruyorum acaba?” diye kendi kendime sorduğum oldu. Ancak yine eski mahallemdeki arkadaşlarım “Yok yahu, hakikaten öyle oldu!” dedikleri hikâyeleri de gerçekten yaşadığımızı hatırladım. Kısacası bu kitaptaki hikâyeler, “Atma Ziyaaaaa!” ve “Gerçek mi yahu?” arasında ince bir hat. Şimdi soruya gelirsek, okurken siz veya dikkatli bazı okuyucular da fark etmiştir ki senaryo ve çizgi öykü disiplinlerinde de yazmam dolayısıyla karakterler ve olaylar okuyucunun gözüne film karesi gibi gelebilir. Sert bir edebi yapıdan öte hikâyelerim sinematografiktir. Kurguyu ister istemez bir dizi film edasına çeviriyorum. Sanırım bu yazım tarzı yeni nesil okuyucuyu da biraz daha çok çeken bir durum.
Yeni nesil okuyucudan kastın nedir?
Bu kavram sadece benim ve çevremin değil son on yıldır uluslararası alanda tüm edebiyat dünyasında yazarların olduğu kadar yayıncıların da tartıştığı derin bir konu… Hatta sizinle bununla ilgili ayrı bir röportaj daha yapabiliriz. İnternet çağının insan hayatına hızla adapte olmasıyla ve sosyal medyanın etkinliğiyle klasik okuyucu maalesef rafa kalkmış durumda. Yeni nesil okuyucu, aşırı sosyal medya kullanımı sebebiyle hızlı ve genel geçer okumaya alıştı diyebiliriz. Okuyucuyu, ilk paragrafı geçtim, ilk cümlede yakalayıp olay örgüsünü yoğun betimlemeler ve karmaşıktan ziyade merak uyandıran bir yapıda sunamıyorsanız maalesef bir makale bile okutmakta zorlanıyorsunuz. Kısacası yeni nesil okuyucuya altı yüz sayfa Dostoyevski’yi okutmak deve ve hendek ilişkisine dönüyor. Ayrıca yeni nesil okuyucudan kastım sadece Z kuşağı değil, 30’lu 40’lı yaşlarında olup zamanında tonla eser okusa da sosyal medya etkisiyle sürekli ve istekli kitap okuma alışkanlığını kaybetmiş pek çok kişi var. Kapağı harika diye Starbucks bardağıyla birlikte kitap fotoğrafı çekip Instagram’da paylaşanlardan bahsetmiyorum. Onlara da kızmıyorum. Hiç değilse kitap almış oluyorlar. Belki bir iki sayfa da okuyorlar.
Kitabına dönersek hikâyeleri senin, Murat Nedim’in ağzından okuyoruz. Sen bu mahallenin nasıl bir sakiniydin, neresindeydin, şimdi neresindesin?
Mahallemin basit, normal, ayrıcalıksız, sınıfsız, doğal, ortalama haşarılıktaki ve mutlu bir erkek çocuğuydum. Bildiğiniz yaka bağır açık top oynayan, misket yuvarlayan, eriklere, elmalara dalan, komşu teyzelerin poşetini taşıyan klasik bir velet işte. Şimdi ise kentsel dönüşüm ile beraber o harika mahalleden (mahallelerden) eser kalmadığı için ruhen ve bedenen uzak, hayali bir sakiniyim diyebilirim.
Peki, o mahalleyi bilmiş, yaşamış veya hayalini kurmuş biri olarak sendeki etkisi ne?
Sadece benim üzerimdeki değil, mahalle ve semtlerin insana kattığı en önemli ayrıcalığı ve etkisi, aile terbiyesinin yanına sosyal terbiyeyi de verebilme özellikleriydi. Ahlak, erdem veya vicdan sadece aile tarafından değil mahalle sakinleri tarafından da veriliyordu. Bu bazen hoş bir nida, bazen ufak bir kızılcık sopası, bazen de hayat dersi kıvamında bir nasihat olabiliyordu.
Kitabın dayandığı ana duygu için “nostalji” desem yanlış olur mu bilmiyorum. Bu duyguyu ve kitabınla ilişkisini nasıl yorumlarsın? Bir arayış mı yoksa sadece bir anma, kayıtlara geçirme refleksi mi sendeki?
Aslında söylediklerinizin hepsi ama her şeyden öte insan özlüyor be… Hele yaşadığımız şu suni hayatta hepten özleniyor. Çünkü gerçekti. Gülücüğü, kavgası, düğünü, cümbüşü gerçek! Delisi, manyağı, dahisi, komedyeni hakiki…. Şimdi kafamız yarılsa sosyal medyada takipçilerimize servis ediyoruz! “Özledik be özledik!” diye bağırsam yanlış olmaz değil mi?
Söylediğin gibi, bir yandan da büyük oranda kaybolmuş bir kültürün hatıratı bu. Mahalle denilen çevreyi, kavramı bilmeden büyüyen çocuklar var artık. Bu konjonktürde “mahalle hikâyeleri”ni ve senin kitabını nasıl bir yerde konumlandırıyorsun?
Yeni nesil okuyucu kitlesinden bahsetmiştim ama bu soruya şöyle cevap vereyim: 1800’lü yılların kraliyet Fransa’sında büyümedik ama yeri geldi Dartanyan olduk yeri geldi yukarı mahallenin çocuklarından üç silahşörler olarak dayak yedik. Komünizm öncesi Rusya’da da değildik ama Raskolnikov’un baltasını tutuverdik. Mahalle kavramını, kültürünü ve ortamını bilmeyenler bu öyküleri okuyacaklarsa eğer, mahalle maçındaki bir çocuğun coşkusunu hissedip bunun pleysteyşındaki dandik takımlara gol atmaktan daha büyük bir zevk olduğunu anlarsa benim için harika bir duyguya sebebiyet verir.
Kitaba adını vermesi için aynı adı taşıyan İstanbul’un Son Yılanı Öldü?yü seçmendeki sebep neydi?
Mahallemize büyük bir inşaat yapılacaktı ve temel çukuru kazılmıştı. Sonrasında belli bir süre inşaat başlayamadı. Çukur etrafında oynarken küçük bir yılan görüp mahallenin fırlamaları olarak taşla yılanı öldürüverdik. Bir kız arkadaşımız yaptığımıza üzülüp bize fena halde kızmıştı.
Siz de kız arkadaşınız üzülmesin diye ölü yılanın başını gövdesine dikip arkadaşınıza hediye etmişsiniz.
Evet, haklısınız ve yaptığım harika bir aptallık… Kızcağız, hem daha çok korktu hem de daha çok ağladı yılanı o halde görünce… Fakat biz buna şimdilik “çocukluk dehası” diyelim. Peki neden bu hikâyenin adı, kitaba adını verdi? Biz, bizler, hepimiz, özellikle İstanbul’da sadece küçük yılanları değil her şeyi öldürdük. Ağacı, havayı, suyu, insanlığı, mahalleyi, semti, bakkalı, çakkalı, kültürü öldürdük be… Güvenlikli, devasa site binalarının yapay gölgeleri altında, bol klorlu havuz suyunda serinleyip elimizdeki 300 gramlık telefona hayatımızı sığdırdık. Çocukluğunu, koskoca mahalleye sığdıramayanlar olarak yaptık bunu… Mahallemin sahilinde bulunan ve şu an üzerinden sahil yolu geçen altı plaja mı üzüleyim, o plajlardaki kahkahalara mı? O zamanlar kimse tanımadığı biri tarafından beğenilmek zorunda değildi, yaşamak zorundaydı. Ama doya doya, tada tada, hissederek yaşamak… Neyse… Ve bir itiraf: O kız şu anki sevgilim. Ona da bin selam, bin sevda göndereyim.
Son soruya gelmeden şunu da sormak istiyorum. Önceleri M. Nedim Koca adıyla yazarken Yaşar Kemal’in tavsiyesiyle ön adların olan Murat Nedim’i kullanmaya başlamışsın. İsimlerin kaderi vardır gibi sözler vardır ya, sen “Murat Nedim” adını kullandıktan sonra sende nasıl bir etkisi oldu bunun?
Vallahi ne diyeyim? Aslında o gözle bakmadım ama büyük ustanın yanına ilk gittiğimde babamın veya dayımın kütüphanesinden çaldığım ilk baskı olan Çakırcalı Efe’yi bile heyecandan evde unutmuştum. Güya imzalasın diye götürecektim. O zamanlar Vatan gazetesinde röportajcı olarak çalışıyordum. Onun; “Murat Nedim diye imzanı at bundan sonra,” sözünü ve tavsiyesini emir telakki ettim. Pek bir etkisi oldu mu? Ruhani olarak evet. “Murat Nedim” imzamı görünce Yaşar Kemal ile birlikte Alex’in gölüne şapka çıkarışımız gözümün önüne geliyor.
Senaryo ve çizgi öyküler de kaleme alıyorsun. Yakında yeni bir şeyler var mı, olacak mı? Türü ve konusunu da merak ediyorum.
Uslu Çocuklar Lunaparkı adlı, yine öykülerden oluşan bir kitap yazdım, resimli kitap olarak hazırlanıyor. Her öyküde üç-dört tam sayfa illüstrasyon olacak. Uslu Çocuklar Lunaparkı’ndaki öyküleri, herkesin bildiği ve okuduğu basit çocuk kitabı diliyle yazdım. Ancak öykülerde dehşet ve vahşet adlı iki kardeş el ele geziniyor. Öte yandan üzerinde çalıştığım iki farklı senaryo var; biri tamamen bitti ve projeye geçme aşamasında…
Onlar film mi, dizi mi? Kısaca projelerden bahsedebilir miyiz, gizliliği var mı?
Gizliliği bir parça olsa da kısaca anlatayım. İlki bir film senaryosu, II. Abdülhamit’in istihbarat subaylarından, Nâzım Hikmet’in dedesi Enver Paşa’nın Küba macerası. Diğeri bir dizi projesi, Türk mitolojisinin şeytani karakteri Erlik Han’ın çocuklarını günümüz dünyasına göndermesiyle felaketler çağının başlaması üzerine…