Öyledir… Çakılana dek, hissetmezsin. Donarak ölmeden evvelki uyuşma gibi mi? Belki. Ama bu, ellinci kattan düşen bir adamın hikâyesi; zemine değene dek, her şey yolunda diye düşünüyor… ve her katta, tekrar ediyor: “Şimdiye kadar her şey yolunda.” Ama ya mevzu, düşüş değil, çarpış ise…
Medeniyetler yere çakılmadan, düştüklerini bilmezler. Peki, medeniyetlerin mayasında bu var ise kim, ne yapabilir? Bu kod, çözümsüz görünüyor. Akla, helak edilen kavimler ve toplumları toparlamak adına yollanan ilahi kitaplar gelmiyor mu? Yani kopan kıyametler? Bugün koptuğu gibi… Tabii ya, kıyameti bir günde kopacak sandık, öyle değil mi? Yağma yok.
Fransız romantizmini biraz kenara bırakın, Paris banliyösüne buyurun; burada işler, sanıldığı gibi değil. Avrupa medeniyeti çökmeye yeni başlamadı. Avrupa hiçbir zaman medeniyetin beşiği de olmadı. Avrupa, medeniyet denilen çarkın yamuk dişlerinden belki de en naif olanı. Ama bu, ona çok görülmemeli, çünkü onu sevmemize sineması bile yeter. Ancak ”sanatın karın doyurmadığı” bir evrende, Fransız banliyö gençlerinin, şehre inip, modern sanat diye duvara asılmış plastik şişelere ve bilumum çer çöpe küfür edişini de çok görmemeli. Avrupa’nın en nefis tezatlıkları işte buralarda yatar. Bunu Tophane’de bizler de yaşamadık mı? Hâlâ da yaşamıyor muyuz?
Vincent Cassel filmde henüz delikanlılık çağında diyebiliriz, mahallenin haşarı Yahudi’si Vinz’i canlandırır. Eline bir silah alıp (ki bu silah aslında bir polise aittir) polis tarafından öldürülen arkadaşlarının intikamını almak ve “adaleti sağlamak” için bir polis haklamanın çok havalı olduğunu düşünmektedir. Fakat siyahi kankası onunla hemfikir değildir. Çünkü ona göre “Nefret, nefreti besler.” Filmin ismi Fransızca’dan İngilizce’ye “Hate” yani “nefret” olarak çevrilmiş ve film Türkiye’de “Protesto” ismiyle vizyona girmiş olsa da “La Haine” kelimesinin dilimizdeki karşılıklarından birinin “öfke” olduğunu ve bu sözcüğün, filmin derdini çok daha iyi anlattığını göz ardı etmemek gerek.
Kendini dişleyen bir medeniyet, izlemeye doyum olmaz bir sanat eserinin ta kendisidir. Bu sebeple de La Haine, hiçbir şey yapmayıp, size sadece banliyöyü izletmekle de kalsa, vermek istediğini verip öyle gitmiş olacaktır. Filmde derinlik aramanıza gerek kalmaz. Siyah beyaz oluşunun ardında, filmin aslında gayet basitçe çekilmek istendiği, derdini (birçok Fransız filminin aksine) ortaya açıkça koymaya niyetlendiği ancak anlattığı şeyin acı aromasından da bir zahmet sebeplenmenizin beklendiği gerçeği yatıyor olmalı. “Burası banliyö, burada renklere yer yok” der gibi. Gariptir ki, siyah beyaz bir dramdan beklenmeyecek kadar da eğlencelidir La Haine.
Vinz için her şey çok basit: Bizden bir kişi gittiyse, aynasızlardan da biri gitmeli; kana kan dedikleri. Vinz’in vizyonundaki resim öyle küçük ki, insan, Vinz keşke haklı olsaydı ve her şey bunca basit olsaydı, demekten kendini alamıyor. Adaletin temelindeki çürüklerden bihaber yaşayan Vinz ve onun gibiler, onlara vuran asıl dalganın, işte temeldeki bu çürüme olduğunu bilmeden, işin geldiği tepe noktayı esas alarak, tüm bu düzenden polisi sorumlu tutabiliyor. Hepsinin ağzında bir “sistem” lafıdır gidiyor; oysa bahsettikleri sistemle ilgili en ufak bir fikirleri dahi yok. Bu adamların, kadınlarla nasıl konuşulacağını bilmeyişlerine, olaya, tabiri caizse “bodoslama” dalıp, onları bir meta yerine koyuşlarına, bir kadın olsanız da kızamıyor, cehaletlerine üzülemiyorsunuz. Çünkü açlığın temel sorun olduğu yerde, cehalet bir sorun olmaktan çıkar.
İncelemelerimde naçizane gayem, filmden bahsetmek, filmin havasını koklatarak merak uyandırmak; tatsız “spoilerlar” vermek değil. Fakat bahsetmeden geçemeyeceğim bir tuvalet sahnesi var ki tadından yenmez. Burada Vinz ve kankaları, halka açık bir tuvalette işlerini görmekte ve diğer yandan “adaleti sağlama” konusunda birbirlerini yemektedirler. Kabinlerden birinden yaşlıca bir adam çıkar, Vinz ve tayfasına tamamen alakasız ve hatta saçma görünen ama bir o kadar enteresan bir hikâye anlatmaya başlar. “Tanrıya inanıyor musunuz? Yanlış soru. Acaba Tanrı bize inanıyor mu?” diye sorarak girer söze. Fakat bu retorik bir sorudur. Devam eder: Gençlik yıllarında Grunwalski ismindeki arkadaşıyla Sibirya’ya sürgün edildiğini, oraya giderken hayvanlarla birlikte yaptıkları tren yolculuğu sırasında büyük tuvaletini yapmak için, tren durduğunda raylara indiklerini fakat Grunwalski’nin utangaçlığı yüzünden iyice uzaklaşıp işini öyle görebildiğini söyler. Bir gün yine işlerini görürlerken, Grunwalski herkesten iyice uzaklaşır. Fakat tren hızla hareket eder. Grunwalski pantolonunu çekiştirerek, treni yakalamak için koşmaya başlar. Dostuna elini uzatan adam, Grunwalski’nin elini tutunca, adamın pantolonu düşer. Tekrar pantolonunu çeken Grunwalski bu kez arkadaşının elini tutamadığı için yine trenin gerisinde kalır. Bir kez daha yakalarlar birbirlerinin ellerini. Fakat pantolon yine düşer ve yine elini pantolonuna götürür yukarı çekmek için… Grunwalski’ye ne olduğunu burada yazmayacağım. Vinz ve arkadaşları içinse bu hikâye fazlaca metaforiktir ve yazıktır ki, idraklerinin hayli uzağında kalan gizli öğüdü alamadan çıkarlar o tuvaletten.
Farklı şekillerde yorumlanabilecek bu hikayedeki en basit alt anlamı şöyle izah edebiliriz: Treni; dünya yahut gerçeklik olarak ele alırsak, bunlardan en çok uzaklaşanın poposu, açıkta kalma ihtimali en fazla olandır demek istemiştir onlara, yaşlı adam. Yani, fazla uzaklaşmayın ve yabancılaşmayın, yoksa “donakalırsınız.”
Film, her ne kadar seyirciye mesafe koyuyormuş gibi görünse de, aslında izleyicinin, Vinz ve dostlarını ister istemez sevip, onlarla bir bağ kurması da hedeflenir. Zaten, banliyölü olsun ya da olmasın, yürekler mazlumdan yana çarpacaktır. Film, iddiasıyla bire bir aynı seyirde gidiyor; izleyici, filmin sonuna dek (içinde ölüm bile olsa) bir banliyöde yaşanabilecek sıradan olayları izlediğini sanabilir. Yönetmenin izleyiciyi bu kandırmacaya bilerek çektiği aşikâr. Fakat sonlarda yaşanacak bir “beklen(mey)enin“ kokusunu almanız için bir sinefil olmanıza gerek yok. Bu sona dek, gülerek, kızarak, üzülerek, yani insana ait ortak duyguları tadarak izleriz filmi. Tıpkı, çarpana dek, düştüğünü anlamayan medeniyetler gibi.
La Haine, film çekilirken yaşamını kaybedenlere adanmıştır.
İstanbul’da dünyaya geldi.
İlk romanı Kozanın Tereddütü 2009’da yayımlandı.
Ölü Çiçekler Müzesi adlı öykü kitabı 2011’de Yaşar Nabi Nayır Ödülleri’nde dikkate değer eserler arasına seçildi. Ardından üç yıl kadar süren seyahatleri başladı. Latin Amerika, Küba ve Avrupa ülkelerini kapsayan gezilerin ardından Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim adlı romanıyla tekrar yazın hayatına döndü.
İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan yazar, yaşamını çevirmenlik ve İngilizce Öğretmenliği yaparak sürdürmektedir.