Yüksek, tel örgülü aşılamaz duvarların arkasından gelen korna sesleri, çocuk bağırışları, dalga sesleri bir mahkûmu nasıl hapishaneden kaçmak için harekete geçiriyorsa; yıldızların yanıp sönmesi, sonsuz siyah boşluk ve bilinemez bir merak da insanı uzaya kaçmaya iter.
Aslında biz dünyada mahkûm muyuz? Yoksa yıldızlar göz kırptığında merak değil de bir mahkûm gibi pişmanlık mı duyuyoruz? Zamanın o çözülemez gizli anlamı burada mı yatıyor? Tek yaptığımız yolları aşındırıp volta mı atmak?
O zaman size bir soru sormak istiyorum. Neden hep birlikte intihar etmiyoruz? Şöyle bir not bırakıp gidebiliriz: “Merak ettim anneciğim” ya da “Pişman oldum anneciğim”. Sonuçta hep birlikte intihar edersek tanrının başarısız olduğunu kanıtlamış olmaz mıyız? Cennete gideceğinizi ve huzur bulacağınızı mı düşünüyorsunuz yoksa? Belki de vardır. Belki de öldükten sonra düşlediğiniz o yeşil diyara gideceksiniz. Peki ya bu dünyada bilincinizde sakladığınız o gizli çirkin düşüncelerinize ne olacak? Sapkın arzularınız, bitmek bilmeyen aç gözlülüğünüz? O diyarın sadece size ait olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa? Hem de dünyada beş dakika yalnız kalamayıp burayı bir cennete çeviremediğiniz halde. Tamam. Ben yanılıyorum, cennet var ve oraya gideceksiniz. O zaman size bir soru daha sormak istiyorum. “ ya merak ederseniz” ya da şöyle “ya pişman olursanız”
Size Sokrates ukalalığı yapmaya çalışmıyorum. Soru sorarak cevapları bulmanızı istemiyorum. Yazdıklarımın bir karşılığa ihtiyacı yok. Size sadece sıkıldığımı dile getirmek istiyorum. Belki betimlemelerim kötü ya da edebi bir dilim yok. Belki de dilin yetersizliği yüzünden ‘sıkılmak’ kavramının yerine başka bir kavram bulamadım. Fakat size nasıl hissettiğimi şu hikâye ile anlatabilirim.
“Uzun yıllar önce Mezopotamya çevresinde yaşayan iki uygarlık varmış. Bu iki uygarlığın arasından bir tartışma alevlenmiş. Öyle bir tartışmaymış ki neredeyse savaş çıkacakmış. Tartışmanın sebebi ise şuymuş: Her iki uygarlığın halkları kendi uygarlıklarının hayattaki ilk uygarlık olduğunu diğer uygarlıkların sonradan geldiğini savunuyormuş. Bu tartışmanın ve doğacak korkutucu savaşın farkına varan uygarlıklardan birinin veziri kralının huzuruna çıkarak halkın durumunu ve sorunlarını anlatmış. Kral telaşlanmış ve vezire ne gibi önerisi olduğunu sormuş. Vezir ise önerisini anlatmış: Yeni doğmuş iki çocuğa ve bu çocukların kesinlikle bir şey yemeden içmeden, herhangi bir şey duymadan ve de kimseyi görmenden eline teslim edilmesi gerektiğini arz etmiş. Kral önerisini kabul ederek uygun koşulları yaratmış. Vezir ise köylü bir adamın çocuklarını altın karşılığında ve tedbirlerine uygun bir şekilde alarak kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ tepesinde küçük bir kulübeye bırakmış. Her gün olmak üzere günde iki kez sabahları ve akşamları bu çocuklara büyüdüklerine değin süt ve ekmek vermiş. Fakat oraya bir köylü kılığında hiç konuşmadan sadece yemeklerini ve içeceklerini vermek üzere gitmiş. Yıllar geçmiş çocuklar büyümüş ve günün her saatini şaşmaz bir şekilde kendilerine yemek getiren köylüyü heyecan içinde karşılamışlar. Bu yıllar boyunca vezir ise hiç şaşmadan ve sıkılmadan köylü kılığında sabah ve akşamları o yolları aşarak çocuklara süt ve ekmek getirmeye devam etmiş. Sabırla yaptığı yolculuğun bir sabahından dağları arşınlayan vezir kulübeye ulaştığında çocuklar gene heyecan içinden ekmek ve süt için vezire doğru koşturuyorlarmış. Fakat bu sefer farklı olan bir şey varmış. Bu vezirin amacına ulaştığı anmış. Çocuklardan bir ‘Ma, ma, ma!’ diye bağırıyormuş. ‘Ma’ ise diğer uygarlık dilinde ekmek demekmiş.
Evrenin en acılı ve uzun ölümüdür, yaşamak. Size gerçekleşmemiş hikâyeler anlatıp sorular sorarak düşüncelerinizi bulandırdığımı düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, daha önce dediğim gibi nasıl hissettiğimi aktarmaya çalışıyorum. Hatta bu belirsiz karalama sizler için bile değil. Tamamı ile tanrı için. Buna bir dua ya da yakarış diyebilirsiniz. Ama şunu belirtmeme izin verin. “Ben tanrı ile tanıştım ve bana artık bir tanrının olmadığını söyledi.”
Görsel: Pascal Campion