“Çöküş, insanın ayağa kalkmasıyla başladı. Çöküşten başka bir şey yok”
Şenol Erdoğan adı hemen herkes için Altıkırkbeş ile birlikte anılagelmiştir. Kadıköy’e, Altıkırkbeş’e, Kaybedenler Kulübü’ne dair bilinenler yığınının içinde kendisinin de belirttiği gibi “tek gerçek şey”dir oysa. Doksanlardan bu yana, üstelik en gençlerimizden bile daha hevesli, daha nitelikli üretmeye devam eden, yakın zamanda kendisiyle birlikte anılan kurumlarla yollarını ayıran, dostlarıyla ve kendi geleneğiyle oluşturduğu Sub Press ile yoluna üreterek devam eden Şenol Erdoğan’ı KalemKahveKlavye’de böylesi önemli bir sohbetle ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz.
(Röp: Koray Sarıdoğan)
**
Epey oldu aslında ama adettendir, tekrardan hayırlı olsun demek isterim Sub Press için. Başlangıçtan alalım öncelikle, Sub Press’in ilk ürünlerini 645 Dükkan’da görmeye başlamıştık sanırım. Ama hiçbir zaman bir alt marka olmadı değil mi? Başlangıçtan bugüne nasıl evrildi Sub süreci?
Deniz(Cansever) ile birlikte Elle dergisinin Amerika edisyonunda bir Kim Gordon röportajı görüp, Türkçeleştirip “Elle Zine” diyerek fanzin olarak basmıştık, hatta sağ olsun -hoşumuza gitmişti, Elle Türkiye yönetmeni sosyal medya kapağını zine’ın kendi Twitter hesapları üzerinden yayınlamıştı, bu hareket aklımızda tuhaf yapılar oluşmasına sebep olacak çatlağı yaratmıştı, sözde alternatiflikler içinde pop kültürün -hem de çok ucuzunun içinde boğuluyordum ve aklı basan sayısı malum tebaa dışında tonlarca ucuz pop etiketler yiyordum ve artık Hegel de bassam, Wittgenstein da bassam, ağzımla kuş da tutsam birilerinin cebine para olarak girmekle kalmayıp, benim üzerimdeki etiket yığını kalınlaşıyordu, yavaş yavaş “booklet” olarak 50-100-200-300 tirajlarıyla nefes almamızı sağlayan “kendimiz içim yayıcıklar” –harf hatası yok yayıcık- oluşturmaya başladık, bu ISBN’siz ve bandrolsüz bir süreçti ve dağıtım yapmıyorduk, Kadıköy’de Boris Records üzerinden ana satışı sağlıyorduk.
6.45’deki ortağımın gözünü artık dayanamayacağım şekilde para bürüdüğünde ve “klasik basalım,” “çocuk kitabı basalım,” evresine gelindiğinde (bu arada ben 6.45’in 15 yıllık tek çalışanıyım, bunları ben yapıyorum, benden başka bir yapan yok) artık 6.45 markasıyla iş üretmemenin zaten geçmiş vaktinin geri geldiğini düşündüm ve ortağımı yaşamımdan kovarak, kendi PC’m haricinde hiçbir şeye elimi sürmeyip, tüm mirasımı olay yerinde bırakarak uzaklaşıp Amerika Birleşik Devletleri’ne gittim, tek amacım zaten yaşadığını ve tarihsel süreçte kaybolmadığını bildiğim kültürün, kültürümün beni tazelemesini sağlamaktı; kitapevlerini, bağımsız yayımcıları, tonlarca mekanı, müziği, sokağı, her bir şeyi yaşayıp kendime hatırlatarak geri döndüm, ve 50’ye yakın booklet formundaki nesne üretimimizin akıbetini ve formunu değiştirmek üzere Deniz(Cansever) ile birlikte çocukluk dostum Murat (Arslan)’ı da aramıza alarak kendi çekirdek ailemizi, SUB PRESS’i legalleştirdik. 2016 yılında Kültür Bakanlığı bandrollü ve ISBN’li yayımcılığa başladık ve bu yıl içerisinde 60’ın üzerinde kitap yayımladık, 2018 senesi için amacımız 48-64 arasında bir üretim bandıyla yolumuza devam etmek.
Sürekli ve yoğun kitap basmamız, endüstriyel bir yayımcılıkla elbette ilintilenemez –kitaplarımızın içeriği bunu zaten gösterge olarak sunmaya yeter-, ne yazık ki aşırı gelişmemiş Türkiye Kitap Satış Sahasında kendimize yer edinmemiz için görünür olma zorunluluğuna uymak durumundaydık ve dahası benim elimde, zihnimde, kalbimde birikmiş çok fazla iş vardı yıllar içinde, hala da öyle, Deniz ile Murat da sıkı çalışan birer hasta olduğundan “hızlı” bir “sürek”lilik doğdu. Kaldı ki ilerleyen yıllarda bu yoğunluğu farklı alan ve yapılarla yayacağız.
“Devletçilik” yok zihnimizde, “iktidar” kurma mekanizmamız doğuştan yok, ölümsüzlüğe inanmıyoruz elbette, bir artefakt içinde sonsuz artefaktların içinde egolar ürünü markalar kurulur elbet, daha şimdiden “Limited Edition” adını verdiğimiz, ya da “MDŞK” adıyla yaptığımız işler var, Underground Poetix zaten en temelde var, bir markayı bir yere taşıma sevdası aksine bölünmek çoğalmak delirmek, bu içiçeliğin bandında savrulup ölmek niyetindeyiz. Kozmik bir T.A.Z formu aslında diğer yandan bu. Kaldı ki kitabın sadece nesne olarak algılanması çok fakir bir görü, kitap –kitap ama- “tüm”ü çoklu şekillerde, ölçülerde içinde barındırır, kitap çok şeydir, her şey olamaya hazır bir yapıdır, sadece yayımcılık yoktur, sadece demircilik olabilir, nal – nalbant ilişkisini kitap ve yayımcı için sadece: “pazar” yayımcılığında ve yayımcılarında kurabilirsiniz…
SUB PRESS senin tabirinle “alt” bir marka hiç olmadı elbette, daha önce sanal alemde de belirttiğim gibi İngilizce kelime anlamı ile işgüzar ilişki kurmak isteyenlerin vasat algısı sanırım “alt”, açıklamıştık ki bizim için SUB: İngilizcedeki “alt” ile ilintili değil -bir kere bunu öncelikli belirtelim. Rahmetli Kerem Koç ile Şenol Erdoğan bu ifadeyi İbn Rüşd’ün “Risâle fî cevheriyyeti’l-felek”inden aldı, De Substantia Orbis*. Daha önce çok farklı bir şekilde René Guénon’un okumalarında karşılaştıkları “sub”ın üzerine hiç tereddüt etmeden ileride yayımevine verecekleri adı bulmuşlardı. … [*Dünyanın esası, dünyanın özü.]
Şenol Erdoğan’dan başka kimler var bu işin arkasında? Nasıl işliyor üretim süreci?
Yukarıda da dediğimce mutfak olarak ben, Deniz ve Murat’tan mürekkebiz. Üretim süreci bir birikmişlikten ve aşırı okumalardan şekil alan bir yapı. Diğer yandan ücret karşılığı çalışanlarımızın (çevirmen, redaksiyoner, grafik vd) dışında Kerim Atay gibi gibi manen yanımızda olup bize destek veren kardeşlerimiz de var çok şükür Allah’a. Ortalama sonbahar kış aylarında yaza kadar ayda 6-8 arası kitap yayımlayabiliyoruz. Dediğim gibi yukarda bu sürece farklı açılardan değinmiş oldum esasen..
Şenol Erdoğan : “Ayrılacak bir 6.45 yok ortada!”
Konunun özeline girmek niyetinde değilim tabii ama dokunmadan geçmek de istemem: Şenol Erdoğan’ın 645’ten ayrılması hem yayınevinin okuru, hem Şenol Erdoğan’ı tanıyıp sevenler için bir devrin bitişi gibi oldu. Sub Press ve UP’le birlikte bunda sonrası için nasıl bir yol çizdin abi?
Ayrılacak bir 6.45 yok ortada! 645 zaten Şenol Erdoğan’ın yarattıkları ile dönen bir mekanizma. Şenol’u işin içinden çıkardığınızda geriye ortağının film ve radyo zırvalarıyla yapılandırdığı egosu kalır. Bir fabrika değil, ben ile Kaan’dan başka bir çalışanı olmadı 645’in 15 yılda. –bir ara Deniz benimleydi- Aslında 6.45’ten ayrılmam benim kendimden ayrılmamdan ibaret.
İşler, öyle insanların ekranların diğer tarafından gördüğü gibi değil elbette. Ben 6.45’i 2005 senesinde kapanıyor diye devraldım, ortağım olacak zatın Eskişehir’de bar açma kararı ile başladı işler, barı batırınca geri döndü, sonra beni batırdı, 2013 senesinde son bir kez deneme kararı aldık, madden çok iyi işler yaptık, lakin etiken zaten 15 yıllık birlikteliğimiz hep ayrı idi, gerisini zaten yukarıda anlattım.. Benim olmadığım bir 6.45 popüler kültürün yaş ve zihin sınırı yoksunluk derecesinde olan bir 6.45dir, bu beni bağlamaz, benden önce de yani 2005’den evvel de 645’i ortağım ve sözde sahibi yönetmedi: Çetin Şan yönetti, 6.45 Halil Turhanlı’dan tutun da Burak Şuşut’a değin adını sayabileceğim onlarca insanın emeği ile 6.45 olmuştur, ama son hep aynıdır: herkes aynı sebeplerle ve de benzer ilişki biçimlerinden dolayı çekip gitmiştir! Ortağım olacak zatın kendi ifadesiyle -babasını kastederek- “ama ben de para buldum”dan öte bir yayımcılık bilmez, inkar edemez -gidin sorun. 6.45’de benim bastığım kitapları bile okumamıştır kendisi..
Aslında işin kırılma noktası şu an 2.sini çektikleri “Kaybedenler Kulübü” filmi ile oldu, ben o filmin içindeki fiziksel gerçekliği olan tek karakterim, okuyabilen için bunun anlamı çok net: ben o filmdeki gerçek tek şeyim, hayatım boyunca o kültüre küfrettiğim gibi çok açık bir şekilde o filmin içinde de küfrettim, sanırım sadece yönetmen ilgi çekeceğini ısrarla bildiği için senaryonun o kısmına kimse dokunamadı. Neyse yalan dünya, geçti gitti, gene geçer gider, mezar taşı baki değil… Allah-u alem.
Diğer yandan tarih yazma ve okuma yoksunu bir ülkeyiz biz, siyasi tarih yazılamadığı gibi kültürel tarih de tutulmadı, çok kısa geçmek durumundayım bu işlerin özünde Stüdyo İmge vardır, Korsan Yayınları vardır, Çalıntı (Suat abi), Şizofrengi vardır, Sombahar vardır, Kıyı vardır, Hayalet Gemi vardır, Parantez Yayınları vardır, bu mirasın üzerine, bunun devamı olarak alternatif müzik yayımcılığı paralelinde(tüm sözde karşıt yayıncılık ülkede müzik yayımcılığı üzerine kuruldu) yaratılan 6.45 tam olarak bu saydığım isimlerin, oluşumların lego parçalarıyla oluşan bir yama olmaktan asla kurtulamadığı için kendisinden bu olandan başka bir şey olmamıştır ve olamayacaktır. Emekler, radyoculukla ilintisi olmayan “arabesk” ve kof bir radyo sosunun içinde geçmişte boğuldu. Gelecek ise masal. Ben denedim, fazlasını yaptım, 55 yaşına gelmiş bir adama haysiyetsiz bir yaşamdan ve ergenlikten kurtulması için 15 yıl elimi uzattım, o yalanı ve hırsızlığı tercih etti.
Sub’ın şu an bir resmi ofisi yok sanırım, bildiğim kadarıyla Kuzguncuk’u merkez üssü aldın. Ama yakında da bir dükkan açma durumu var diye biliyorum. Nedir yakın zamandaki lojistik planlar?
Uğrak yerleri sorun yaratır. Bir süre “nomad” yayımcılık seçeneği bizim için uygun olan. “Hipster”ler müsaade buyurursa “Limited Edition: Book and Antique” adı altında ofis dükkan, dahası bir “free zone” yaratma teşebbüsümüz yakın zamanda olacak, ama dediğimce çakma “hipster” kültürünün yarattığı emlak enflasyonunun ötesine geçebilirsek Moda’da… Fakir aile çocuklarıyız biz Moda’da değil Gazi mahallesinde doğup büyüdük!
Genel bir tablo çizmek gerekirse Sub Press, okuruna ne sunacak abi? Yani bir yandan dünya ve Türkiye alt kültürüne/karşı kültürüne dair karakteristik işler, bir yandan da yine karşı kültür kapsamında eleştirel kitaplar söz konusu. Buradaki yayın planı nedir?
Aslını istersen “plan” yok ortada, aslında zihnin taşıdığı bedenden farklı bir şey değil, SUB bu noktada benim, Denizin ve Murat’ın zihninin şeklini alıyor, ama şunu büyük harflerle söylemek isterim: çeviri yayın rutininden çok sıkıldım, ve gözden kaçan bir şey var –elbet kaçmaması mümkün değil-: SUB’ın bastığı eserlerin çoğunluğu çeviri, lakin dünyada ilk defa basılıyor, Norveçli, Finli, İngiliz Polonyalı vd vs vb yazarlarımız var ama SUBdan çıkan kitaplar onların ilk kitapları, ilk kitapları da Türkçe basılmış oluyor, burada dilin ve yayımcılığın rutinlerinin ötesi bir durum var, uluslararası bir yayımcılık yapıyoruz kısacası, aynı şekilde çift dilli kitaplar basarak bunları yurt dışında küçük dükkanlarla da paylaşıyoruz, ve bu yapıya benzer türevler geliştirerek, çok fazla farklı çatlaklarla normu geçip yeniler yaratmak aşamasında spontan bir girişimiz olacak. Sonsuz çeşitlilik.
Dağıtım konusu kademeli olarak mı çözülüyor, Sub Press kitaplarını nereden buluyoruz ve bulacağız?
Cağaloğu’nda tek bir dağıtım noktamız var. Her yere gidiyor kitaplarımız, DR’ler sorun, neredeyse vermiyoruz, umurumuzda da değil, kitabı isteyen buluyor, Van’dan Konya’dan Uşak’tan Antalya’dan Sakarya’dan İstanbul’a dek kitaplarımız kitapevlerinde mevcut, yeni neslin kitapçıyla ve siparişle ilgili tuhaf sorunları var. Diğer yandan web satışları zaten “bulamıyorum” palavrasını çöpe atıyor.
Yerli yayıncılık açısından kült olarak değerlendirmekte sakınca görmediğim Underground Poetix dergisinin de toplu ciltlerini bastınız. Yakın geçmişte de tasarımı ciddi değişimlere uğramıştı. UP devam edecek mi, edecekse yeni değişiklikler söz konusu olacak mı?
Underground Poetix A5 fotokopi günlük gazete olarak başladığı serüveninde, benim doğam gereği hep değişti nesnel olarak, içerik hep aynı genişlikte seyretti, Ekim 2017 den itibaren standart kitap ebadıyla yeni ciltleri ile yoluna devam edecek. Underground Poetix bir anlamda SUB’ın annesi aslında 🙂 ona ölüm yok 🙂
Sub Press’in kıymetli ürünlerinin içerisinde okurların haberdar olması için özellikle “Anadolu Ekspresi: Yeni Türk Şiiri”ni konuşmak isterim. Bir yandan iddialı bir başlık, bir yandan da artık derlenip toparlanıp ayıklanması ve üzerine konuşulması gereken bir “son dönem” şiiri var sanki. Bu antolojiyi ve “Yeni Türk Şiiri”ni dinleyelim mi senden?
Benim “kitapsız çocuklar” dediğim şiir metinler üreten insanlar var, bu anlamda yansız editöryel bir çalışma için kendimi dışarda bırakmam gerekliydi, fikri birine aşılamam gerekliydi, ota boka batmamış karakterli birey olarak her zaman Uluer (Oksal)’i gördüm kendi içimde, bir gün pizza yerken bunları kendisine aktardım, seçkisine ve sürece hiç karışmadım, ama benim için gelinen nokta gelmek istediğim nokta oldu, bu anlamda iş üretmeye tekillerle devam edeceğim, Batur Münevver şiirleri, Şevket Akıncı şiirleri var mesela yakın zamanda, Uluer’in okuduğumda dayak yemişe döndüğüm bir kitabı var gene sonbaharda… bu arada bu sonbahar antolojimiz “Anadolu Ekspresi” Amerika ve Avrupa’da da satışa çıkacak.
Dosya alacak mısınız? “Bir dosyam var” diyen kimler, nasıl ulaşsın Sub’a?
Herkesin dosyası var. Alınıyor zaten. Kitap künyelerinde mail adresi var 🙂
“Kültürü Savaş Yaratır”
Biraz biyografik bir soru sormak isterim. Sub Press’i kendi hayat yolun itibariyle nereye koyuyorsun? Gençsin, hepimizden enerjiksin tabii ama bir anlamda bir sakin dönem, bir emeklilik dönemi gibi de görüyor musun bunu, yoksa üzerinden yük attığını, rahat hamleler yaptığını hissettiğin bir dönem midir? Kadıköy’ün kalabalığından Kuzguncuk’un sakinliğine geçişi bir metafor gibi alabilir miyiz bu anlamda?
Üretme noktasında hastayım ben, zaman ve hızla ilgili dertlerim var, yani çok içerim, çok sevişirim deki çok’dan farkı yok bunun, namaz kılmaya başladığında Mekke’ye imam olmak ile sonlanan bir hikâye bu, durmamakla, duramamakla ilgili, araba kullanırken de aynı şey var, ehliyet almıyorum bu yüzden, 12 yaşımdan beri araba üzerindeyim ama, doğal olarak SUB diğer “şey”lerim gibi şekil alıyor, “vur deyince öldür” gibi bir durum yok burada, “3-0 mağlupsa takım 11-3 biter o maç,” gibi de bir durum var ama, çocukken de böyleydi, hep böyle, YAPMA hastalığım var benim ve bunu seviyorum. Gidip domates de yetiştirsem de ortalığı domatese boğardım, binbir çeşit ve yöntem ile boğuşurdum, orası net. 40 yaşımdayım ben 15 senedir yayımcılık yapıyorum, Afa yayımlarında Atıl Ant ağabeyim vesilesiyle girdi yaşamıma, varolsun, nur olsun, ömrü sağlıklı ve uzun olsun.
Kuzey Irak’ta 10 aylık fiili özel harp dönemimden sonra babamı, ardından da kardeşimi Keremi, “askerlik” sürecinde ise bir sürü insanı gömdüm, hayata dair bir beklentim, amacım, rüyam, düşüm yok benim, yaptıklarım var sadece, ölümle ilgili de, dinlerin ya da Einstein’ın tanrısıyla da bir sorun yaşamıyorum… İnsan dilinde ve beyninde her şey çok saçma, ziyan!
Kuzguncuk tamamen Moda’nın pisliğinin çıkması(İstanbul’da hala sözde getto ve sözde şehir insanı çarpışıyor) ve ablamın orada yaşamasıyla ilintili, nihayetinde hayatın ve kültürün getirisi olarak Moda’da yaşıyorum oysa burada bizim verdiğimiz tam olarak bir Sınıf Savaşı! Nerede yaşadığımla açıkçası ilgilenmiyorum, San Francisco’dan ya da Kuba’dan sürdürebilirim -ama kısa çıkışlar hariç okyanus ötesine, burada kalıp burada öleceğimi hissediyorum, burada olmayı seviyorum, burada derken Türkiye’yi kastediyorum.
Şenol abi, bugün artık çok aranan, o zamanı görmeyenlerin bile mumla aradığı doksanları yaşayan birisin. Şimdi hani edebiyat veya sanat namına kesilen ahkamlar daha bir arttı, herkes sosyal medyayla bile olsa kendini pazarlıyor, bir üretiyorsa beş konuşuyor. Geçmişten bugüne üretmeye devam eden biri olarak manzarayı nasıl yorumlarsın? Bu sayının dosya konusuna da atıfta bulunursak bugünün edebiyatını değişim mi, çöküş mü yoksa geçiş mi olarak görüyorsun?
Her süreç çöp üretir, izafiyeti aşan bir durum vardır, çöp bazan sadece çöptür. Cuntayı istediğin kadar destekle cunta çöptür –gibi. Bırakalım insanlar sıçsın. Birbirini yesin. Öldürsün. Bazan bok ve kan bize de sıçrayacaktır. Sanırım buna hayat diyoruz. Açıkçası umurumda değil, büyük aptallığın önüne dünyacık asla medeniyetleriyle geçemedi, geçemeyecek de elbette. Büyük bir egonun içinde küçük ego zarları içinde yaşam adı verilen sürüp giden şey zavallıca bir “tesadüf” benim için. Yaptığımız her şey zavallıca. Ben bir zavallıyım. Bitsin de gideyim diye bekliyorum. Tek heyecan verici kısmı bu: nereye gideceğini bilmemek!
Çöküş bence insanın ayağa kalkmasıyla başladı, çöküşten başka bir şey yok. Üretilemeyen zamanlar yaşanıyor, üretilen zamanlara (en yakını 90lar –ki 80 siyasasının fiziksel baskısının ardından gelen yapay bir rahatlama sürecinden başka bir şey değildir, dünyada hep böyle olmuştur, bkz; Vietnam savaşı ve sonrası, bkz; 2. dünya savaşı ve sonrası)dönmeleri mecburiyet. Dünya bir daha yaratamadı, belki de yaratamaz, birlikte göreceğiz. Kültürü savaş yaratır, sonrasında yeşeren şeydir savaşın, 90ları’da Kenan Evren zihniyeti yarattı nihayetinde! Ekonomi olarak kültür endüstrisi ile silah sanayi arasında kuvvetli bir bağ vardır!
Peki abi, bugün yeni moda çay-kahve-yeşilçam-arabeskle harmanlanan ve umumun ifadesiyle “kaybeden edebiyatı” olarak nitelendirilen bir dil, bir alan var. Bunu eleştirenlerin birçoğunun da “kaybeden” ifadesinde referansı nereye gönderdiği malum. “Kaybeden” lafzının ortaya çıktığı dönemin, mecranın bir ismi olarak bugünkü “kaybeden” edebiyatının mahiyetini, akıbetini nasıl değerlendirirsin?
Şimdi biz çeviri bir ülkeyiz Koray, nereden çeviriyiz: bir imparatorluktan, imparatorluk bir dildir, neye, nereye çevirmişler bizi: Cumhuriyete, tuhaf: dilsiz bir dile çevrilmişiz aslında, ZİPlenmiş bir coğrafyaya çevrilmişiz kilometre kare olarak da, şimdi 4 mevsimi yaşayınca 70 küsur millet dedikleri de ortaya çıkar elbet buna paralel olarak, önce Alman mimarları çağırdılar, sonra Fransızlar, İngilizler denendi, Türktipi evlerin yıkımı çevirinin ilk kentsel dönüşümüdür, orada minör olan her şeyine dokunursun halkın, bugün en yakın Sur’dan da biliyoruz “dil” ve “gen” için kentsel yıkım nedir, biz bunu azınlık adını verdikleri çoğunluğun mülklerine el koyanları aynı eli dillerine dinlerine koydukları süreçlerden de biliyoruz, yerine yıkılıp yeni evler yapıldı, cumhuriyet balosu, vals ve diğer yandan Kuvayı Milliye iddiasının maddi fakirliği, köy enstitüsü atılımının yetersizliği ve ilk akp yapılanmasının kuruluşu teknik olarak, biz çeviri bir ülkeyiz, 1938 yılında kurulsa da devlet emriyle çeviri bürosu ilk olarak tartışmadan başka bir şey getirmemiş, çevirinin nasıl yapılması gerektiği tartışmaları tıpkı o yıllarda vals yapabilen insanların sayısı kadar –bile değil, okuma yazma ve ona endeks etnik değişkenliklerle ortaya çıkıp politik olarak da farklılaşan problemlere çevrilmişiz biz, hala da devam ediyor, buradan “imam hatipler kapansın”cı arkadaşlara selam ediyorum, kapanmayacaklar!
Kısacası sen Proust’u kaç senesinde Türkçe okuyabildin, senin ülken Kerouac’ı kaç yıl evvel tanıdı, nesini tanıdı, kaçta kaçı çevrildi kitaplarının bugün hala, geç onu Dünya edebiyatının kaçta kaçı Türkçede, şimdi kelimeler “import” kelimeler; yok kaybeden yok tutunamayan vs vs vs endüstrisiyle birlikte bir avuç” çocuğun” sonsuza dek dilinde dolanacaktır, zihnen büyüyüp doğruyu bulanlar yerlerini yeni zavallılara bırakacaktır. Bu ülkenin asla bir okulu olmayacaktır. DNA’da da bir yatkınlık var ama karaktersizliğe..
Yanlış bilgiye bayılıyorlar -gençler hele, ileri yaşlı ergenler de var elbet, “neden yanlış bilgi bu denli seviliyor”un yanıtı aslında 15 senelik iktidar ile çözüm bulur ama elbette ki öncesindeki iktidarların verdiği koltuk değnekleri ile yürüyorlar, çünkü yanlış bilgi kolaydır, alıntı yapmak kitabı okumaktan kolaydır, bu zihniyet çıkarıyor bu pezevenk sürüsü dergileri, tv dizileri ile rant sağlayan yazar bozmaları çanak tutuyor, embesil tarafı gençliğin kefal gibi gidiyor oltaya, ama seviyor NEDEN çünkü kolay, çünkü basit, instagram gibi aynı, paralel kültür nesneleri ve erozyonu bu, senin benim gibi ömrünü vermesi gerekmiyor, ardında 75bin kitap bırakmayacak okunmuş, hatalı olan yol kısa yol, doğrusunu söylesen de sana bakmaz bu kafa, nihayetinde hiç de renkli soslu eğlenceli ve sosyal medyalık değilsin sen!!!
Bugün alternatif müzikte olsun edebiyatta olsun popülerleşen, belli bir kitleye ulaşan isimlerin bir dili, bir sokak dili olduğunu görüyor gibiyiz. Ama sanki biraz da yapay, dünün üzerine bir şey koyamadan dünü anıştıran, hatta mirasını yiyen bir dil gibi bu. Sen ne dersin; doksanların nispeten özgür ortamından 15 yıldır malum iktidarla büyüyen bugünün gençlerinin özgün bir dili var mı?
Ben yukarıda dar anlamda çizdiğim çerçevenin bu sualinde cevabı olabileceğini düşünüyorum. Aşırı zenginliğin kullanılamadığı köreltildiği ilginç bir devlet burası, en başından beri, oysa dilin ve kullanımının sonsuz ağızları ve lehçeleri ile bezeli, ama ağaçlara ve suya yapılan en önce onlara yapıldı, kimlerini devlet kesti, kimilerini halk kimilerini de kendi insanları…
Bugünün gençlerinin elinde büyük bir kayıp var asıl onun peşine düşüp onu nasıl dilselleştirip edebileştirebilirler onu kovalarlarsa bir şeycik yaratabilecekler, ama gene de ön sezi gibi şu an 0-3,5 yaş neslin 20li yaşlarından tuhaf bir serinlik alıyorum ben 🙂 ömrüm yeterse göreceğim neymiş o 🙂
“Dergicilik” konusunda da fikrini merak ediyorum. Kafeler, kahvaltıcılar, plajlar açan, “yeni” bir şey koymadan geçmişin mirasından yükselen bir yeni dergicilik olduğu fikrine katılır mısın? Yoksa “Herkes üretsin, karar alıcıya kalsın” gibi bir bakışın mı var?
Yukarı(lar)da dediklerime ek olarak, rahmetli babam cevap versin istiyorum; “satanın değil alanın g.tüne koyayım evladım”
Buna bağlı olarak fikrini almak isterim: Nitelikli okur mu nitelikli yayını yaratır, yoksa tam tersi mi? Türkiye ve dünya örnekleri üzerinden nasıl yorumlarsın bunu?
Şöylelikler ve böylelikler hep bireysel ve beylik olacak, egemen olmasın hiç..
Benim sorularım bu kadar abi. Eklemek istediklerin varsa alalım.
Alttan alta çok çalışan güzel insanlardan birisin, kolaylıklar ve keyif diliyorum, inandığım Allah seni korusun.
Manşet Görseli: BiKafalar/Youtube
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
Bu yazinsali paylasan sizlere tesekkur ederim. Farkli bir bakis acisi sundu..fakat, senol, senol…nedir bu allah takintin, kim sana allahin var oldugunu soyledi! Farkli yerlerde de bunu soyluyorsun, sacmaliyorsun!
şenol bey yeni radyonun ismi ve frenkansı nedir acaba?