Sana birtakım sırlar vereceğim. Anlamışsındır ki, sana sır vereceğini söyleyen herkes gibi ben de yalan söylüyorum. Düşündüklerim ve söyleyeceklerimin hiçbiri ilk kez ben tarafından düşünülmüş ya da söylenmiş değil. Malumu ilan etmek beni matah biri yapmaz. Çünkü özel bir şey yok benim bildiğim. İşaretler, semboller, ipuçları; her şey ayan ve beyan. Ayan-beyan ikilemesinin ortasına “ve” bağlacını koyarak özgün bir kullanım yarattım az önce. Bu da beni matah biri yapmaz. Özgün olan hiçbir şey de yapmaz. Ne beni ne diğerlerini… Her şey zaten var; biz sonradan hatırladık. İnsanlık, hatırlanan bilgiler üzerinde gidiyor. Köklü bir hipnozun etkisinden yavaş yavaş çıkar gibi. “Gibi” de fazla orada; at onu. Her şey, her şey gibi zaten… Bana, yeni ne gösterebilirsin? Bana “malum” olmayan ne sunabilirsin? Mesele meçhul olanı aşikar kılmak değil; her şey bu kadar aşinayken insanın kendisini meçhul kılmasıdır. Aforizma mı yapıyorum sadece, bitmeyen ahkamlarla. Belki de. Ama yanlış da değil söylediğim, biliyorum, biliyorsun. Her şey çok açıkken insanın hala bilmemesi… Bundan yakınıyorum.
Okumayı erken öğrendim. Kurmaca metinlerin yüzlercesini hatmettim. Sana bir sır vereyim; masallarda ve efsanelerdeki bilgiç ihtiyarları kendi rüyalarında bekliyorsan, beklemeye devam et. Daha çok beklersin. Sana kimse ne rüyanda, ne gündüzünde gelip de mevzuların sırrını vermeyecek. Tüm kurmaca metinler kendi yazarının kafasından çıkar ve bütün kahramanlar zaten yazarının içinde olanlardan biridir. Kendi kendine veremediği telkini, araya bir hayal kahramanı sokarak verir. Nasıl, güzel tespit değil mi?
Anlatmakta olduğum, kökleri bende ama dalları başka bahçelere açılan bir çocuğun hikayesi… Başka bahçelere uzanan ve kırılarak kendi bahçesine sığmak zorunda bırakılan… Kimlerin neleri içeren hikayeleri anlatmaya değerdir, bilmiyorum. Büyük umutların mı sevinçlerin mi, acıların mı yoksa kayıpların mı? Ölümler mi doğumlar mı; sıradanlıklar mı mucizeler mi cezbedicidir, inan bilmiyorum. Bu, öyle gelişigüzel söylenmiş bir “bilmiyorum” değil. Bilmemenin en gerçekçi halini yaşıyorum çünkü bilebilmek için tanıdığım herkesten çok çabaladım. Geceler ve gündüzlerce. Sana “Bütün bunlar ne için?” sorusuyla, tek kişilik hayat sürecinde onlarca hayat geçirmiş bir çocuktan bahsediyorum. Anlatmaya değer mi, bilmiyorum. Bir şeyleri değiştirebilir mi, değiştirmeli mi; bilmiyorum. Bildiğim bazı şeyler, bilmediklerime yetiyor ve bunlarla yetiniyorum. Şuna eminim ki yaşananlar değil yaşayanlar önemlidir. Aynı etkiler, farklı bünyelerde farklı tepkiler doğurur. O yüzden sana olayları değil kahramanları dinlemeni öğütleyebilirim.
Öğütler… Çocukken izlediğin Türk filmlerinden birinde, savaşçı bir baba çocuğuna bir kolye takmıştı bebekken. Çocuk büyüyüp ölen babasının kolyesine sıkıştırdığı mektubu okumuş ve bütün mesele çözülmüştü. Sen de hep öyle birini bekledin. Baban değilse de bir yabancı. Ama gelmedi. Gerçek hayatta asla öyle bir yardımcı gelmeyeceği için filmler yapılıyordu, romanlar yazılıyordu zaten. Aklımda bir roman cümlesinin başı var, bir yerlerden okumuşum sanki ama gerisini bulamıyorum. “Hayatını intiharın kıyısına kuranlar…” diye başlıyor. Ne yaparlar ki onlar? Hiçbir şeyi umursamazlar sanırım. Kaybedecek bir şeyi olmayanlardır, özgürlükleri sonsuzun biraz altında seyredenler… Neden söyledim bunu sana? Sen de onlardan birisin. Hayatını bir intiharın kıyısına kurdun. Önce kendi intiharındı; bu, seni özgürleştirmedi. Sadece dağıttı. Rutubetten topaklanmış toz şekerin tezgaha düşmesi gibi. Kumda koşan birinin topuklarından çıkan tozlar gibi. Dağıldın. Ayağıyla savurduğu toprakla karşısındakini en çok kirleten kazanacaktı; dostların ve sevgililerin başladılar yarışmaya. Oyun malzemesi olarak da seni seçtiler. Maç, çekişmeliydi. Taraflar, bir türlü galip çıkmıyordu. Toza dönmüş bünyene vurulan ayakkabı burunları, topukları… Sonra maça katılan bir adam, darma duman etti herkesi, galip belliydi. Baban oyuna katıldı ve tek hamleyle bitirdi her şeyi. Tetiğin tok bir tıklamayla düşmesi gibi… Sehpanın, boşluğa sallanacak ayaklardan çekilmesi gibi. Her şey bitmişti. Sen ise artık gerçekten bir intiharın kıyısına kurmuştun hayatını: Babanın intiharı…
Gecelerce efsanelerden, masallardan bir erenin gelip işaret vermesini bekledin, yaşadığın ülkenin en Batısındaki küçük adada. Sonra bir yerlerde bir not kalmış mıdır, diye bekledin. Her şeyi çözecek bir ipucu… Hiçbir mesaj yoktu. Sonra biri geldi ve sana bu mektubu yazdı. Ve şunu söyledi: Güçsüzlüğünden ölümü seçen bir babanın intiharı, beklediğin işaretlerden biri olmayı hak eder mi?
Giderayak bir sır vereyim sana. “İyi düşünelim, iyi olsun” denilen post-modern zırvaya inanma. Olmayan bir iyiyi düşünmek, hayatının son yıllarına bir kötülük hortlağı doğurmaktır. Sen olan bir kötüyü düşünerek mutlak iyiye ulaşabilirsin. Hiçbir duygu yoktur ki dibine kadar tüketilince yeniden patlak verebilsin. Hiçbir olumsuzluk yoktur ki dibe inmeden dibine kadar tüketilebilsin. Oradan korkma…
Bilmediğin bir şey söyledim mi bilmiyorum, böyle bir idealim de yoktu, biliyorsun. Bütün uhrevi kahramanlar, yazarın kendisiyle meselesinden doğar. Gerçek hayatta hiçbir baba, oğluna bir işaret bırakmaz. Sana bunları anlatan, hiçbir masal veya efsane kahramanı değil. Sana bunları anlatan baban da değil. Ama sen, güçsüz bir babanın intiharından kendi yaşama gücünü çıkaran bir evlatsın artık. Dağılan tozlarını babasının toprağıyla yapıştıran bir evlat… “Ölenle ölünmez” demediğin, suyun yüzeyden uzak yerlerinde gezinip şu mektubu sana yazan beni bulduğun için…