theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt
img-alt

Öykü | Ağır Yaralı Anılar | Kerem Yükseloğlu

13 Haziran 2017
1740 Okunma

“Ortam sesi zemine göre değişiyordu. Viyadükten geçerken yankılı, asfalttayken tok bir gürültüyle ilerliyordum. Teypte çalan Charlie Parker vites arttırdıkça ben de gaz pedalına yükleniyordum. Yol, gündüze nazaran boştu. Sürat yapmak aynı seviyede ölümcüldü. Ölümden âlâ tehlike var mı diye soracak olursan, inan o sırada düşünmemiştim. Sokak lambaları uzun pozlamada çekim yapan bir fotoğraf makinesinden çıkmışçasına yekpare olana dek hızlandım. Görüş alanıma giren tek net obje, direksiyonu sıkıca kavramış ellerimdi. Charlie Baba durmaksızın döktürüyordu tenor saksafonunu. Bense işin ehli bir jokey gibi dörtnala koşturuyordum külüstürümü. Gaz pedalına kamçıymışçasına yükleniyordum, sonra-“

Dedi ve durdu. Uzunca baktı yüzüme, az sonra anlatacaklarına inanmayacağımı hissetmiş gibiydi. Sonra, dedim, uzunca çekti sigarasından, hıçkırdıktan sonra içinde kalan dumanı üfledi, külünü silkti. İlginç hisler içerisindeydim, başıma neler geleceğini kestiremiyordum henüz, bir tuhaflık hissediyordum sadece, bilinçaltımda gizli kalmış noktalar uyarılıyordu. Buna benzer duygular yaşadığım olmuştu. Hiç bıçaklanmamış olmama rağmen o acıyı ve soğukluğu derinlemesine hissediyordum. Ya da kabuslarım, unuttuğum kabuslarımı olmadık zamanlarda hatırlıyordum sanki gerçekte yaşanmışçasına… Bir psikolog arkadaşıma sordum nedenini, fazla empatidendir dedi, çok hassasın, fazla takıyorsun kafana bak hasta olursun diyen büyükanne gibi. O beni önemsemedi, ben de söylediklerini. Onun psikologluğu tedavülden kalkmıştı, yok hükmündeydi.

“Sonra… Daha önce hiç yaşamadığım bir şey geldi başıma. Dünya değişti aniden, kaza yaptım zannettim ama ne bir gürültü duydum, ne de bir korna. Tuhaf ve manasız görüntüler geldi gözümün önüne. Önce bir film setindeydim, birileri kahvemi getirdi. Hazır olup olmadığımı sordular, sonra bir başkası gelip ne yapmam gerektiğini anlattı. Öksürdüm, derin derin nefes aldım. Sonra bir yemekhanedeydim, patlıcan oturtma vardı menüde. Ayran aldım yanına. Sonra koşuyordum, doğrusu kaçıyordum birilerinden.”

Sustu. Yeşilköy sahilde, deniz kenarında kumların üzerinde yatarken görmüştüm onu ilk kez. Saat 09:18’di, iyi giyimli ve temiz yüzlüydü. Hemen yanına koştum, ömrüm boyunca kendime yaptığım en büyük özeleştiri o ana aitti. Muhtemelen onun yerine daha paspal biri yatıyor olsaydı kumların üzerinde, yardımına koşmazdım, çekinirdim. Ambulans çağırmamı istemedi, “Su,” dedi sadece. Üç şişe su içti, anca kendine geldi. Sadece o günkü programımı değil, hayatımı değiştireceğini bilemezdim. Sıradan biri olmadığı her halinden belliydi fakat bu denli sıra dışı olmasını beklemiyordum. Onu daha sonra anlatırım, daha doğrusu onun bana anlattıklarının aklımda kaldığı kadarını aktarabilirim yalnızca. Alkol servis edilen bir lokantaya gidip yemek yedik beraber. Sosyal medya uzmanı olduğumu anlattım. Yaptığım işin zor ve ilginç yönlerinden bahsettim, söz konusu işim olunca çenem hemen düşer. Başıma ne geldiyse anlatırım insanlara, bu huyumdan taviz vermeden devam ettim konuşmaya. Oralı olmadı, kıtlıktan çıkmışçasına yemek yedi.

“Bir kadın var,” dedi. Benim de hayatımda bir kadın olduğunu ve kumsalda yatan bir adamı kurtardığım için bugünkü buluşmayı iptal ettiğimi söyledim, “Zormuş,” dedi sadece. Üstüne alınmadı. Haklıydı, patavatsızlık etmiştim. Yapılan iyiliği dile getirmek, Neverland sınırları içerisinde peri diye bir şey yoktur, demeye benzer. Yemek yedikten sonra kendine geldi, ben sustum, o anlatmaya başladı. Az önce bahsettiğim arabayla ilgili anısında önce yüzlerce kesit aktardı hayatından. Bir gece kulübünde döktüğü paralardan tutun, inşaatta çalışmasana kadar taban tabana zıt anılardı bunlar. Daha sonra bir döviz bürosu işlettiğini, hemen ardından da malulen emekli olduğu yıllardan bahsetti. Deli olduğunu düşünmek için yeterince sebeplerim vardı ki birazdan anlatacaklarımı duyduğunuzda benim de ondan aşağı kalır yanım olmadığını düşüneceksiniz.

“Müslüm Gürses çalardı genelde çalıştığım konfeksiyonda. Bütün duygularım ağır yaralı derdi. Sahiden şu garsondan rica etsek de çalsa… Pardon, bakar mısınız?” Garson başta direndi, mekanın elitliğinden falan bahsetti, çok sık gittiğim bir yerdi ve sadece ikimiz vardık. Gündüzleri pek gelen olmazdı, bu nedenle kıramadı ve çaldı istemeye istemeye. Garip hissettim, çoğunlukla Fransız ve yer yer Latin müziğinin çaldığı bu sofistike restoranda ilk, belki de son kez, Müslüm Gürses’in sesi yankılanıyordu.

“Gülsüm abla vardı, basma etiğiyle gelirdi her gün. Pazenden bir bluz giyerdi üstüne. Bizim imalatımız. Dikiş makinelerinin arasında gezer, yapılan işleri denetlerdi. Çok seksi ve alımlıydı. İşin ilginç yanı, garipsemezdim hiç o ortamı ve hayatımı. Her şey sıradandı. Şu anlattığım ve seni bir türlü inandıramadığım o diğer anılar aklıma dahi gelmezdi. Orada doğmuştum sanki. Sahip olduğum tüm hatıralar, oraya aitti. Bana doğru yaklaştı, terlikleri şap şap ses çıkarıyordu. Omzuma dokundu. Yine oldu. Gaza değil, singerin pedalına yükleniyordum. Charlie baba yerine, Müslüm baba çalıyordu. O an fark ettim, Gülsüm ablanın eli omzumdayken… Bir kadın vardı. Güzel bir kadın, Gülsüm abla değildi ya da bahsettiğim gece kulübündeki o Martini içen, bambaşka biriydi. Onu gördüm sadece, aniden çıktı karşıma… Beni bulduğun kumsalda. Canım acıdı, apandistim patladı zannettim. Midem bulandı, ağzımda öğle uykusundan sonrakine benzeyen iğrenç bir tat vardı. Kumsala doğru koşuyordum.”

Hışımla yerinden kalktı, barın arkasına duran aynaya baktı, “Konfeksiyon, evet evet overlok makinesi, cansız manken… Evet orada da böyle bir ayna vardı tam karşımda. Üzerimde ince renkli çizgileri olan bir kazak vardı. Bunlar yoktu, değiştirdiğimi de hatırlamıyorum! Bir daha çal…” Garson kulağıma eğildi ve arkadaşımın bir sorununun olup olmadığını sordu çünkü ortada suiistimal edilmiş bir hatır vardı. Yedi kere üst üste aynı Müslüm Gürses şarkısı çalınıyordu ve güneş batmak üzereydi. Müşteriler gelecekti az sonra ve onlar Fransız müziğine alışıklardı.

“Kumsala gidebilir miyiz?” dedi, “Sanırım hatırlıyorum, neler olup bittiğini…” Bu duruma en çok garson sevindi.
Kumsalda yürüdük bir süre, ayakkabılarıma kum doldu. Çakıl taşları yürürken rahatsız etmeye başladı. Yavaştan gitmem gerekiyordu, bu tuhaf günün nasıl sonlanacağını merak etmiyor değildim fakat yapmam gereken şeyler vardı. Bundan bir gün önce biri gelip, yarın kumsalda yürüyüp hiçbir şey yapmadan aylaklık edeceksin dese, güler ve “ah nerede,” diye iç çekerdim herhalde. İnsan kendi için hiçbir şey yapmıyor. Sosyal medya uzmanıydım, yüzlerce hesabı kontrol ediyordum fakat sevdiğim kadınla beraber olduğumuz hiçbir fotoğrafı yüklememiştim kişisel hesaplarıma çok istemesine rağmen, vakit yok diyordum hep. Kendime ait bir fotoğrafım da yoktu. Dizi oyuncularının dizi izlemeye vakit bulamamaları gibi bir şeydi bu, birilerini memnun edebilmek adına kendimizden oldukça fazla taviz veriyorduk bu hayatta. Bayram şekeri satan bakkallar, bayram sabahını aileleriyle geçiremiyor, inşaat işçileri konteynırlarda yaşıyordu.

“Ben birini özlüyor, birini arıyorum. Kimi aradığımı neyi aradığımı bilmiyorum,” dedi iskelenin ucuna geldiğimizde, uzakta kararan havayla beraber ışıklarını yakan bir yük gemisi vardı.

“Hangi hayatı yaşadığımı bilmiyorum, yaşadığımı anımsadığım tek gün, bugün, diğerleri kırık dökük anılar. Belki bana ait, belki değil. Bir kadın var, kokusunu hatırlıyorum, sesini keza… Ama kim olduğunu bilmiyorum.”

“Sen kimsin?” deyiverdim istemsizce, “Kim olduğumu da bilmiyorum.” Işıkları sönük bir tekne yanaştı önümüze, içinden uzun paltolu, hastalıklı, sararmış yüzlü bir adam çıktı. “Saatlerdir sizi arıyorum,” dedi. Bir bela geleceği belliydi başıma. İyi giyimine aldandığım bu kaçık herif sonumu getirecekti, kumsalda koşturmaya başladım. Nefesim tıkandı.

Uyandığımda güneş yeniden doğmuştu, kumsalda yatıyordum. İki kişi bekliyordu başımda: Biri o kaçık herif, diğeriyse teknedeki hastalıklı adam. Elini uzattı kaçık olan, kaldırdı yattığım yerden. Kadın diye sayıkladım, istemsizce. Koluma girip tekneye götürdüler, engel olamadım. Tekneye bindik, denize açıldık, yük gemisi gitmişti. Yenilgiyi kabullenince direnmekten vazgeçiyordu insan, daha az yoruluyordu. Hayatın bana sunduğu tüm güzelliklerin sonuna geldiğimi düşünmüştüm denizde oluşan kabarcıklara bakarken. Yanıldığımı fark etmem uzun sürmedi.

“Bu bir rüya olmalı,” dedim. Gülümsedi hastalıklı adam, kaçık dostumun da en az benim kadar şaşkın ve ürkek olduğunu görünce bunun bir kumpas olmadığını düşündüm. Hoş eğer bu bir kumpassa, tüm gün boyunca üst düzey bir oyunculuk sergilemişti. Onu yapan birinin, şu anki vaziyette ürküyormuş gibi görünmesi hiç de zor olmamalı. Hastalıklı adamın sol kolunda koca bir C- dövmesi vardı. Tahta taburesini tam karşıma çekip oturdu, “Hayatın tümü bölümlere ayrılmış rüyalardan ibaret değil mi?”
“Nasıl yani? Siz kimsiniz, ne oluyor?”
“O ayrı, ben ayrı,” dedi, “Eminim ki o da senin gibi merak ediyordur başına gelecekleri, korkmayın. Doğruları duymak dışında hiçbir şey gelmeyecek başınıza,”
“Kimsiniz siz?”
“Sanırım bu siz, nezaket gereği söyleniyor, peki, olur, tamam. Ben, yani biz, çobanlarız.” Ağzından çıkan her kelimeyi yineleyerek sordum ne çobanı olduğunu, insan çobanı diye cevap verdi. İyi bir yüzücü değildim, tekneden atlayıp kaçamazdım. Ayrıca tüm sosyal medya hesaplarını kaydettiğim telefonum da cebimdeydi. Bir yere gidemezdim mesai saatleri içindeyken.
“Sizin çobanınızım ya… Kontrol edilmeye mahkum mahluklarsınız siz. Doğanızda bu var. Tanrı boşuna mı peygamber gönderdi, kitap gönderdi. Boşuna mı polisleriniz, bekçileriniz var? Eskiden trafiği dengelemek için ışık koymak yetiyordu. Şimdi, bir de kamera koymak gerekiyor. İnsanlar ışıklardan çok, kameralara dikkat ediyor. Nüfusla doğru orantıda artan kurallar, insanları bir başkaldırı ve anarşizmin içine sürüklüyor. Kırsalda asla karşılaşılmayacak kuralsızlıklar, kuralların merkezi olan şehirde kol geziyor. Bir köyde akşama kadar yatıp, sabaha kadar oturan çocukları görmek mümkün mü? Ya da ailesine başkaldıran… Haşa! Hiçbir kural yokken her şeyin bu denli düzenli gitmesinin tek bir nedeni var aslında: Tabiatın yasaları, betonarmeninkinden güçlüdür.”

Konuşmasının devamında, betonlaşan dünyanın mermer gibi insanlarının kontrolünün gerekliliğinden bahsetti. Hiçbirimizin kendi hayatını yaşamadığından… Sosyal medya hesaplarını bu teze örnek olarak sundum, kabul etmedi. Bunun metaforik bir örnek değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu söyledi.

Kaçık dostum; gözünün önüne gelen görüntülerden ve sık sık içine girip çıktığı farklı hayatlardan bahsetti, hani şu beni bir türlü inandıramadığı. “İşte bu yüzden dünden beri peşinizdeyim” dedi hastalıklı adam, başka bir deyişle Çoban. “Bu normalde pek rastladığımız bir durum değil, genelde hatırlamazlar.”

“Neyi?” diye sordum, “Yaşanılan hayatları,” dedi. “Genelde anılar ölür, bugün kalır, buğulu cama yazılmış yazılar gibi, silindikçe iz bırakır ama ne yazdığı seçilemez.”

“Bir kadın var,” dedi kaçık dostum ben olanları ağzım açık seyrederken, “Biliyorum,” dedi Çoban, “Git ve bul o kadını.”
İşi hayal satmak olan insanlar zamanla gerçekliğini yitirirmiş, bizim işin en baba deformasyonu bu. Anılarım, önemli günlerde ve indirim zamanlarında paylaştığım süslü püslü görseller gibi hayal meyal geliyordu aklıma. Hafızamın ne kadar güçlü olduğu konusunda kendimi yeteri kadar kandırsam da, vakit geçtikçe çorba oluyordu her şey. İlkler önemli değildi hiç, ilk olanı unuttuğumuzda yaşamaya başlıyorduk. Okunulan ilk kitap, yenilen ilk dayak, sevilen ilk kadın ve ilk iş günü…

Korku ve çekinceden başka bir şey yaratmıyorlardı. Kendi işimden örnek verecek olursam, neyse vazgeçtim. Ama şunu söylemeden edemeyeceğim, paylaşılan ilk fotoğraf, gereksiz mükemmeliyetçilik dışında hiçbir anlam ifade etmez çünkü onu sizden başka; kimse görmez, kimse bilmez, kimse duymaz. Fotoğraf ve diğer ıvır zıvırlar seri halde paylaşıldığında, silikon vadisinin sonsuz boşluğunda yüzmeye başlar diğerleriyle beraber. Sirkülasyon başladığında, ilk hamleyi kimin ya da neyin yaptığının bir önemi kalmaz. Dairenin başı ve sonu yoktur.

“Bulur bulmaz, yanına gelip bugün verdiğim tüm rahatsızlığı telafi edeceğim, belli etmesem de sana borçlandım, büyük bir iyilik ettin bana,” dedi kaçık dostum. Benimse sormak istediğim başka sorular vardı.

“Nasıl yani?” dedim sustum, pürdikkat beni seyretti, “Şimdi söylediğin şeye göre, bir hayat içerisinde, yüzlerce farklı anıyı mı biriktiriyoruz? Yani bir hayat içerisinde, yüzlerce farklı anıyı mı yaşıyoruz?” Tebrik etti, olan biteni kolayca algıladığım için.

“Yaklaşık kırk senedir hayattayım ve çocukluğum da dahil olmak üzere birçok şeyi hatırlıyorum-“ sözümü kesti, “Bana göre kırk sene değil, kırk saniyedir hayattasın. Sen uykudayken bir geceye yılları sığdırabilirsin fakat bir gece bekçisi mesaisinin bitmesini bekler. Senin gözlerin kapalıyken gördüğün onlarca rüya kendi içinde onlarca yılı barındırır. Gece bekçisinin vardiyası iki saattir. Bir rüyayı yıllardır gördüğün hissine kapıldın mı hiç?”
“Evet.”
“Peki daha önce hiç tatmadığın acıları hissettin mi bedeninde?”
“Evet.”
“İşte bu kadar. Kan kaybeden anıların, açık yaralarından bakıyorsunuz dünyaya. Her ne kadar istemesek de… Her ne kadar istemeseniz de…”

Bu yaşananlar aslında kaçık dostumun hikayesiydi, benim değil. Bütün felaketler onun başına gelmişti, yaşadığım hayatı sorgulamama ve belki de evrenin sırrını çözmeme o vesile olmuştu fakat tüm bencilliğimle, kendi penceremden baktım hikayeye. Hiç ders almamıştım olanlardan, ya da bir sebebi vardı bilmiyorum. O geceden sonra her ne olduysa evrenin sırrını çözmüş gibi hissettim kendimi. Ne kendime, ne de bir başkasına açıklayabilsem de, içeride bir yerlerde sırrın çözüldüğünü ve düzeneğin deşifre edildiğini biliyordum. Çoban’a, “Kolundaki dövme, şu C- olan, nedir? Çoban’ın baş harfi mi?” diye sorduğumda, evrenin sırrı, cevabını aldım. Peki ya evrenin sırrı ne diye sorduğumdaysa, dövmesini gösterip, “Bu,” dedi sadece. Açıklanamayacak kadar büyük, algılanabilecek kadar basit bir sırdı bu. Ya da, en kötü ihtimalle, bildiğimizi düşündürüp ahmaklığımızda boğulmamızı seyredecek bir sır.

“Uyanma zamanı!” dedi Çoban. Sonra… Daha önce hiç yaşamadığım bir şey geldi başıma. Dünya değişti aniden, hiç olmadığım yerlerde gördüm kendimi. Hiç yemediğim yemeklerinin kokusu sızlattı burnumu. Kayboldum. Ters kelepçeyle bindirildim polis arabasına, yükseklikten korktum.

Gözümü açtığımda kumların arasındaydım. Yüzüme, kollarıma deniz kabukları yapışmıştı. Bir adam geldi başıma, kötü yalıtımlı kulaklığında Charlie Parker çalıyordu. Elini uzattı bana, “İyi misin,” dedi. “Bir şeye ihtiyacın var mı?”

“Su” dedim sadece, üç şişe su içtikten sonra, “Kadın,” dedim, “Randevum vardı,” dedim. Kalktım ve yalpalayarak yürümeye başladım.
Saat: 09:18

92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.
Yorum 0

    Cevapla

    15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal http://kalemkahveklavye.com 300 4000 1