theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt
img-alt

Kaçış Treni

13 Aralık 2010
1093 Okunma
  Neresinden başlamamı istersin? Tabanlarımın seri seslerle yere vuruşundan mı, soluk alışlarımın sesini kafamın içinde duymamdan mı? Kollarımın bir ileri bir geri sallanmasından mı, kulağımdaki gitarın tiz tınılarından mı? Koşmak, dostum, insan bedenindeki en ilginç fonksiyonlardan birisidir. Yürümenin hiçbir şeye yeterli olmadığının ispatı… Yetişmek için, kaçmak için, zinde kalmak, eğlenmek, oyun oynamak için koşmak… Başka?
         Akşamları koşan bir çocuk tanımıştım bir zamanlar. Kışın bol yağmur alan Akdeniz’de küçük bir sahil kasabasıydı. Tek kale maçları bitince inlerine çekilen cinlerin ardından, sokaklarda sarı renkli lambaların hükümranlığı sürerken… Karanlık bastığında yalnız yürüyüşlere çıkar, içi gri dışı siyah kapşonunu kafasına geçirir, beline sıkıştırdığı walkmanine evde kendi çektiği karışık kaseti takar ve yola koyulurdu. Güzergah, kasabanın eviyle başlayan ve yine eviyle biten halkasıydı. Sıkı metalciydi, öfkeliydi, planları vardı ve çok yalnızdı. Bu yüzden hep sakin bir yürüyüş planlayıp, hiç beceremez ve yine koşmaya başlardı. Yağmur çamur demeden… Dişlerini sıkarak, gözleri önüne kapanan kapşonunu düzeltmeden, adımladığı yoldaki küçük taşları görerek yalnızca… Koşmak, yürümenin yetersizliğini tescillerdi. Gittikçe hızlanan bacak kasları yanmaya başladıkça,diyaframı ciğerlerini zorladıkça, büyüyen burun deliklerinden hızlanmış nefesi aktıkça ve ileri geri  sallanan kollarındaki gözenekler ter ağladıkça anlardı kafesteki aslanın olayını. Olumsuzluğa inanmanın ölümsüzlüğe inanmayı engellemediğini. Anlardı, bütün sesler “Çıkış yok” dedikçe, hem o seslere inanmayı ve hem de çıkışı aramaktan başka çaresi olmadığını…
        Aidiyet duygusundan yoksundu, kasabaya ait olmadığını düşünüyor ve ışığı bol bir şehir düşlüyordu. Öyle bir şehre gitmek ve artık koşmaya ihtiyaç duymayacak kadar sakinleşebilmek. Kaçmak, evet, penceresinden bakıldığında en öndeki vagonun gözükmeyeceği kadar uzun bir trenle uzaklaşmak istiyordu sıkıştığı o kasabadan. “Ardına bakmadan” denir hep, gülümsüyordu koşarken bunu düşündüğünde. Kaçılan yere neden bakılmaz? O bakacaktı; dalga geçer gibi, orta parmağını kaldırır gibi gülümseyecek ve “Seni alt ettim; sıradaki gelsin” diyecekti.
        Metropolün ağırlık noktasındayım. Kalabalığın en yoğun yerinde. Çok uzun yıllar var ileride ve geride… Hava kararıyor, gözlerim kararıyor. Hemen her şeyi erkenden, herkesten önce bitirmiş olmanın sızısını yaşıyorum; geride kalanları beklemek zorunda kalacaksam, önden gitmenin anlamını sorgulayarak. Hayata dair üstüne düşenleri yapıp, bundan sonrası için materyalist bir tevekküle geçmiş ihtiyar gibi, yaşıma düşenlerden fazlasını yapmış ve beklentilerim için teyakkuza geçmiş bir savaşçıyım. Varmam gereken menzil, bireysel kurtuluş…
         Ve geridekileri düşünüyorum; ardımda bıraktıklarımı. En güzel günlerimi ve tanıyabileceğim en iyi yüzleri. Vücudun hassas etinden soyulmuş derinin sızısını öğrendim. Ruhun düşkün yerinden sökülmüş aidiyetin yokluğunu hatmettim. Kolonisinden ayrılmış kuzgunun sesindeki acılı öfkeyi idrak ettim. “Gurbet” denilen yerin, gerçek dostlarla içilen fincan kahveleri özlemek olduğuna kanaat getirdim.
         Bambaşka bir hayat; farklı bir şehir ve ruh renkleri farklı kalabalıklar… İçim kararıyor, gökyüzü kararıyor. Walkman denen icat tarihe karıştı sayılır; kulağımdaki kulaklıkların cebime uzanan ucundaki telefonumundan bir Brandon Boyd  parçası buluyorum: Runaway Train… Fotoğraflardaki o adamdan, dükkan camlarına yansıyan şu adama nasıl dönüştüğümü sorguluyor, cevaba katlanamıyorum. Adımlarım hızlanıyor; kalp atışlarım hızlanıyor. Kalabalıkların arasından koşarak sıyrılmaya başlıyorum ve artık olmayan uzun saçlarımı olmayan bir kapşonla örtme ihtiyacı duymuyorum.
         Bacaklarım yanmaya başladı adımlarım hızlanırken. Diyaframım göğüs kafesimi zorluyor bacaklarım yanarken. Kollarımdaki nem hissedilir durumda diyaframım şişerken. Hiçbir şey değişmiyor, her şey hızla değişirken. Kaçılmayacak tek yerde olduğumuzu fark edemiyoruz, kaçış treni ararken. Dükkan camlarındaki yüz, sen; kasabadaki koşan çocuğa dönüşüyorsun, an be an öfke dolarken. Şimdi tehlikeli sularında saf madde gibi aktığın şehirde, aradığın şeyin ne olduğunu biliyorsun ama etrafta, mayınların bekleştiğini bilmenin tedirginliği… Hepsi ayrı güzel; hepsi senin cennetin ve cehennemin… İstediğin an istediğine kaçabilirsin ve istediğine dönebilirsin. Ama kaçamazsın kendinden; ve işte, kaçamadın benliğinin lanetinden. Nereye gitsen kendini bırakamadın. Seni kuşatan kasabadan çıktın ama çıkamadın kendinden işte.
         Koşmak,dostum,ilginçtir. Koşmak ile yaşamak arasında gidip gelen varoluşlar vardır yeryüzünde, koşmak insana bunu öğretir. Gözlerine giren görüntüler hızla ve bulanık geçer şakaklarının yanından. Arabalar, insanlar ve binalar. Kulağında sert parçalar çalarken, koşarak her şeyi unutacağını sanırsın. Zaman makinesine binmiş Mcfly edasına girersin fakat zamanda yolculuğun da aynı finalle biteceğini hesap etmezsin. Ve ter içindeki nefessiz koşu bittiğinde, döndüğün yerin başladığın yer olduğunu anlarsın. Kafes sensindir ve ortada aslan falan yoktur.
             Kasabadaki o çocuk yanımdan geçti geçenlerde. Kulaklığından sızan Manowar parçasını küçük bir an duyduğumda, o çocuk olduğuna emin oldum. Buralardaymış meğer, yağmur altında koşmaktan vazgeçmemiş büyüyünce.  Artık devasa metropolün aldatıcı caddelerinde ve kadife bir ceketle koşuyor şimdilerde… Ama değişmemiş biliyor musun; her şey hızla değişirken, o hiç değişmemiş…
                
(Brandon Boyd-Runaway Train:  
 http://fizy.com/#s/1kel8m)
Yorum 0

    Cevapla

    15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal http://kalemkahveklavye.com 300 4000 1