theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt
img-alt

Günaydın Öpücüğü | Kerem Yükseloğlu

15 Kasım 2013
937 Okunma
Rüyalar cinayet işlemez, o cepte; fakat işletme ihtimali var… 

Sıradan
bir akşam yemeği sonrası, yatılan
uykuda verilen devre aralarından biriydi. Sıradan bir akşam yemeğiydi, çünkü
evlendiğim kadının daha önce hiçbir mutfak tecrübesi olmadığı için fastfood ile
geçirdiğim her akşam, rutine dönüşmüştü benim için. Yemek yapamaz, bulaşık
yıkayamaz, çay demleyemez –sadece oturur, kitap okur ve konuşurdu. Bu da ona
aşık olmam için yeterli bir sebepti. Kısacası; işin içinde o olunca, kapitalizmin kucağına oturmak pek de
zoruma gitmiyordu. Fakat her akşam pizza yemek, midemin moralinin bozulmasına
sebep oluyordu. Harikulade yemekleri bile öğütüp birer dışkı haline getiren bir
uzvumdan daha değerliydi o, bu nedenle üzerinde tam yetkiye sahip olduğum
organlarıma karşı çetin bir diktatörlük sergiliyordum. İsyan kapıda, bense
tetikteydim. Mutfağa doğru ilerlerken kramplar iyice şiddetlenmişti. Onları
bastıracak bir ilacı dolaplarda ararken, izlendiğimin farkındaydım.
  
“Niye
uyandın?” diye sordu.
“Midem…
Asıl sen niye uyumadın? İşe gideceksin yarın.” 
Serbest bir çalışma hayatına sahiptim. Bu yüzden, “Yarın işe gideceksin” gibi cümleleri çok sık duyuyor ve hiç
işitmiyordum. Serbest bir iş hayatı demişken, ne iş yaptığımı bilmiyorum. Arada
bir fotoğraf çekiyor, arada bir de resim yapıyordum ama fotoğraf kadar iyi para
kazandırmıyordu. Aslında fotoğraf da o kadar iyi para kazandırmıyordu… Özetle
ikisi de iyi para kazandırmıyordu. Resim daha bir başka kazandırmıyordu, o
ayrı… Diretmeye gerek yok. Algısı çok çabuk dağılan insanlardandım. Algımla
midem, birbirine benzeyen iki kardeş gibiydiler. Sıcak bir pizza ile sıcak bir
gülümseme, ikisini de devre dışı bırakmak için yeterliydi.
Soruma
hâlâ cevap alamamıştım. Büyük olasılıkla, “Yarın
işe gideceksin…”
kısmını beğenmediği için susma hakkını kullanıyordu.
Serbest çalışma şartlarım, beraberinde düzensiz bir uykuyu getiriyordu. Uzunca
bir süre oturup konuşamadığımız dönemler yaşamıştık, ondan çalacağım bir saatin
bedeli, ruh gibi geçireceği bir iş günüydü, bunu biliyordum. Bu yüzden çoğu
zaman, ben de susma hakkımı kullanıyor ve onun yatağa gitmesine vesile
oluyordum.
Bende
ise durum daha farklıydı. Uykusuz geçirdiğim bir gece, beraberinde uyuyarak
geçireceğim bir günü getiriyordu. Yetişmek zorunda olduğum bir iş ya da korkmam
gereken bir patronum yoktu. Hayatı, akan zamanı ve Tanrı’yı saymazsak… Cevap
alma ümidi ile sorumu tekrarladım:
“Niye
uyumadın sen?”
“Uyudum…”
dedi ve “Uyuyorum hatta…” diye devam etti. Dalga geçtiğini düşünerek,
“Nasıl bir rüyanın içindeyim ben?” diyerek aynı gevşeklikte bir cevap verdim
fakat mimiklerinden anlaşıldığı üzere şaka yapmıyor, dalga geçmiyordu.
Bildiğim
kadarıyla hiçbir rüya hatta hiçbir kabus cinayet işlemezdi. Rüyanda seni
parçalara da bölseler, gözlerini açtığında bir bütün halinde bulurdun kendini,
böylelikle karşımda duran Hannibal Lecter’dan korkmama gerek yoktu. Fakat
burada yolunda gitmeyen bir şey olduğu da aşikârdı. Rüyalar cinayet işlemez, o cepte; fakat işletme ihtimali var… Ve
şu an yaşadığım durum da buna verilebilecek en etkili örneklerden biri olma
yolunda ilerliyordu.
“He?”
dedim. “Nasıl bir rüyanın içindeyim
ben?” diyerek sorumu yeniledim. Gözleri henüz çapaklanmamıştı, uykudan sonra
kızaran ve çapaklanan gözlerine aşık olduğum kadın ya hiç uyumamıştı ya da
dediği gibi hâlâ uyuyordu. Ben onun gözlerinin içine bakarken o, bir elini tam
göğsümün ortasına doğru yavaşça götürdü:
“Bak…
Göğüs kafesin iniyor ve çıkıyor… İniyor, çıkıyor… İniyor… Çıkıyor…” İniyor, çıkıyor diye tekrar ederken
diğer eliyle elimi tuttu ve kendi göğsünün tam ortasına götürdü.
“Benimki
de öyle…” dedi gözlerimin içine bakarak. “Uyandığımızda, sadece birimizin göğüs
kafesinin yine aynı şekilde inip çıkacağı bir rüyanın içindeyiz. Sadece
birimizin…”
İnsanlar
yıllar boyunca ölümü güzelleştirme çabası içine girdiler. Çeşitli dolaylamalar
ile çekici hale getirmeye çalıştılar. Sanki birilerini intihara teşvik eden bir
firmanın reklam kampanyasıymış gibi, “sonsuz
huzur
, cennet, sevdiklerinin yanı,
öbür dünya…”
şeklinde anlattılar karanlık boşluğu. Belki de toprak ve
içinde yaşayan böceklere yem olmayı gururuna yediremeyen yüksek egolu bir
şahsın ürünüydü bu isimler fakat göğüs
kafesinin inip çıkması
ilk kez duyduğum bir tanımdı ve o andan itibaren
aldığım nefesleri, göğüs kafesimin kaç kere inip – çıktığını saymaya
başlamıştım. Her seferinde başa dönüyordum, bu iyi bir şeydi fakat
dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Birkaç kelime oyunu ile, tekrar
özetlemesini sağlamak istedim ve:
“Dediklerini
anladım,” diyerek ilk adımı attım. Unuttuğum bir ayrıntı da, onun kadın
oluşuydu. Ve her kadında olduğu gibi, onda da biraz eğitimci havası vardı. Bu
havanın da verdiği yetki ile gözlerini dikerek “Anlat bakalım ben ne anlatıyorum…” dedi adeta ağız, dil, ses
telleri ve diyaframını kullanmadan.
Hangisini
anlatmam gerektiğini de anlayamamıştım. Yaşanan bu iki diyalogdan ve sadece
mide ilacı alıp tekrar uyumak üzere gittiğim mutfakta başıma gelen bu
olaylardan hiçbir şey anlamamıştım. Sadece
birimiz
kavramı hakkında birkaç fikre sahiptim yalnızca. O fikirler de hiç
hoş değildi. Bu bekleyiş ve düşünme sürem onu sıkmış olmalı ki, ne anladıysan
anlat tarzında bir şeyler söyledi.
“Ben…
Uyumayı sevmeyen fakat uyanmaktan da nefret eden biriyim bilirsin. Eğer ki
uyanıyorsam… Bunun sebebi, senin beni uyandırıyor olmandır, eğer ki beni
uyandıran sen olmayacaksan ve eğer ki uyandığımda yanımda yer almayacaksan…
Siktir et, boşver, uyuyalım. Güzel bir rüyanın içindeyiz işte, daha ne?” diyebildim
sadece.
Gereksiz
romantizmden nefret eden biriydim. Evlilik teklifini bile, bir kavga sırasında;
şarap, keman ve gül kullanmadan –ayrıca mümkün mertebe diz çökmeden- aradan
çıkarmıştım. Söylediklerimi düşünmeye başladığı andan itibaren gözleri
kısılmıştı. Bir uykunun içinde tekrar uyuması ve o uykunun içinde de bir daha
uyanamaması, beni bitirmek için asgari şartların sağlanması adına yeterliydi.
Sağlıklı karar verebilmek için önce masada duran yarım bardak suyu içtim,
ardından gelen hapşırık ise az da olsa, bu soyut ana yabancılaştırdı beni.
Ağzımdaki suyun bir kısmı etrafa saçılmıştı ve hayat, yaptığım bu gayri
ihtiyari eylemi yanlış anlamış olmalıydı.
“Çok
yaşa…” dedi ve kısık gözlerle boşluğa bakmaya devam etti.
Peçeteliğe
uzanıp, bembeyaz bir kağıt mendille su içinde kalan duvarı temizledim. Gördüğüm
rüya, benim dünyamdı. Benim dünyam ise hayatımdı. Bu dolaylı yoldan kurduğum
denkleme göre hayatın tam ortasına tükürmüştüm. “İstemeden oldu…” demek, bana göre bir eylem değildi, bu yüzden
susma hakkımı kullanmış ve evet, tam ortasına tükürmüştüm.
İnsanların
mutlu olması için çabalayan hayat, bize karşı bolluk ve bereketinden cimrilik
etmemişti, etmeyecekti de. Ona verdiğim bu birkaç damla tükürüğün karşılığı ise
sağanak bir yağmur olacaktı eminim. Yıllarca hayatın ırzına geçme hayalleri
kuran bir insanın şemsiye taşıması gerekiyordu bu nedenle. Irza geçme eylemi
ile ortaya çıkacak meni ve spermlerin önüne geçecek kadar güçlü bir kondom üretilmediği
için, hayatın sağanağı hiç olmadığı kadar yoğun geçecekti.
Şemsiye
taşıyacak kadar temkinli bir insan olamadım hiç. Belki de temkinli bir insan
olsaydım, bugüne kadar aldığım maaşla ay sonuna kadar idare edebilir ve bugün
yaptığım ekstrem iş yükünün altında bulunmazdım. Her neyse! Mesele maaş değil,
mesele şemsiye de değil, mesele: Az sonra hayatın üzerime yollayacağı yağmur
damlalarının altında boğulacak olmamdı. Çünkü bu ırza geçme eylemini ben yıllar
yıllar önce Tanrı ve Hayat’ın ortak projesi olan bedenim
üzerine gerçekleştirmiştim. Tükürük bahane…  En kötüsü ise karşımda aşk dolu gözlerle bana bakan kadından hâlâ bir tepki gelmemesiydi. Henüz uyumamıştı.
Gözlerini kısmış bana bakarken bir şeyleri hesaplıyor ve netleştirmeye
çalışıyordu. Evlenme teklifi, bir rüyanın içine girip, oradan hiç çıkmamacasına
yaşama teklifinden daha tehlikeliydi. Hatta en karanlık kabusun bile yanından
geçemeyeceği bir müesseseydi evlilik ve o teklife, “Evet!” derken bile bu kadar
düşünmemişti. Öyleyse sorun neydi? Bunu sormak için dudaklarımı araladığımda;
pencerenin dışından gelen köpek havlamaları görüntülerin dağılmasına, ışıkların
sönmesine ve tırnakları ojeli iki elin boğazıma yapışmasına neden oldu.
Hayat,
beni boğmak için yağmur damlalarını değil –yanımda yatan kadının ellerini
kullanıyordu. Durum açık ve netti: Yaptığı alçakça eylemden korkuyordu, bu
nedenle işlediği cinayeti bir başkasının üzerine yıkacaktı. Her zaman yaptığı
gibi… Kudretli tanrının bile kiralık katillere ihtiyacı var. En tuhafı ise; bu
karanlık kabusu bitirecek olan şeyin, her sabah aldığım günaydın öpücüğünün olmasını beklerken, daha önce sevgi
ile tuttuğum bir çift eli boğazımda görmemdi. Ve bunu neden yaptığını öğrenme
fırsatım olmadı.  
Büyük
ihtimalle, “Rüyasını ciddiye alan bir kadının, kocasını boğması…” diyeceklerdi.
Ne saçma…

92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.
Yorum 0

    Cevapla

    15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal http://kalemkahveklavye.com 300 4000 1