“Bir hayattan geriye ne kalır?” Kitabın arka kapak yazısının ilk cümlesindeki bu soru, kitaba başlarken gösterdiği etkiyi kitap bittiğinde daha da derinleştiriyor. Mezardakilerin geçmişleriyle ilgili neler düşünebileceği varsayımına dayanan Robert Seethaler’in son kitabı Toprak, ölümün gizeminden çok yaşamın gizemiyle baş başa bırakıyor bizi aslında.
Aynı zamana ödüllü bir oyuncu da olan Robert Seethaler ile Türkçe okurunun tanışması 2017’de Timaş Yayınları’ndan Feza Şişman çevirisiyle çıkan Bütün Bir Ömür kitabıyla olmuştu. 2016’da Man Booker finalistlerinden olan bu romanı aynı yıl Jaguar Kitap’tan çıkan Tütüncü Çırağı izlemişti. Şimdi de yine Timaş Yayınları’nın Regaip Minareci çevirisiyle yayımladığı Toprak raflardaki yerini aldı.
Toprak, esas itibariyle bir roman. Onu oluşturan öykü niteliğindeki parçalar birbirleriyle iki açıdan bağlantılı: Karakterlerin yaşamlarının birbirleriyle bir biçimde kesişmesi ve hepsinin de ölü olması… Kitap, ölülerin seslerini duyabilmek için mezara giden “Adam”ın düşündükleriyle açılıyor. Bu, belki bizim gölgedeki anlatıcımız olacak, belki de tüm bu satırları bize aktaran yazarın ta kendisi.
“Ama kim bilir, ölüler geride bıraktıklarıyla ilgilenmezdi belki? Öteki dünyayı anlatıyor olabilirlerdi? Öbür tarafa geçmenin nasıl bir duygu olduğundan söz ediyorlardı belki? Tanrı yanına çağırılmış, yerine ulaşmış, kabul edilmiş olmaktan?”
“Paulsdadt mezarlığının en eski, halkın çoğunluğunun kısaca ‘Toprak’ dediği bölüm”de başlayan kitap, bize yirmi dokuz ölünün hayatından kesitler sunuyor: Onların yaşamında iz bırakan, kırılma noktaları yaratan, birbirleriyle kesiştikleri noktaları ve bazen de ölümlerine giden süreçleri anlatıyor bu kesitler. Olağanüstü detaylarla aktarılmıyor bize, Robert Seethaler’i okunmaya değer yapan başlıca özellik de bu zaten: Süssüz, gösterişsiz ama etkili bir dil. Ve elbette Ragıp Minareci’nin bunu bize aynı güçle aktardığı çevirisinin de başarısı.
Öyle ki kimi karakterlerin hayatlarını sayfalarca okurken kimi karakterlerinki tek kelime sürüyor. Sophie Breyer’ınki gibi: “Budalalar.” Bazen bir hayatın veya ölümün özeti tek kelimeye sığabiliyor. Böyle bir şey mümkün mü? Gerçek hayatta belki evet belki hayır, ama edebiyatta kuşkusuz mümkün. Çünkü yazarın bize görünmeyen dikiş izleriyle sunduğu örüntüler çerçeveyi öyle bir çiziyor ki bazı karakterler için tek bir kelime bile yetebiliyor.
Bu noktada, Toprak‘ın alametifarikasının nerede olduğuna daha da yoğunlaşmak istiyorum. Sadece Robert Seethaler’in sade dilinden ibaret bir başarı yok burada. Aslında yazarın anlattığı hayatlar öyle sıra dışı, bizim günlük hayatlarımızın uzağında, kolay kolay tanık olamayacağımız hayatlar değil. Üstelik ölümden sonra geride kalan yaşamı değerlendirmek de çokça kullanılmış, klişe bir konu.
Ama bu klişe, kitabı daha yarılamadan yerini başka bir işleve bırakıyor: Ölümü düşüneceğimizi sandığımız kitapta yazar merceğini öyle bir yere koyuyor ki bir bakmışız yaşamı düşünmeye başlamışız. Ölüm, önce karakterlerin yaşamı, sonra yaşam kavramı ve en sonunda kendi yaşamlarımız için bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Belki bizler de öldükten, yaşamı değiştirme şansımız bittikten sonra bu kitabı okusaydık bir anlamı olmazdı. Ama hâlâ yaşıyorsak ve bilinmeyen bir yerde bizi bekleyen bir son varsa, bu kitaptaki yaşamlar bize kendi tercihlerimizi, kararlarımızı, konumlarımızı sorgulama şansı veriyor. Edebiyatın işlevi varsa en güzellerinden biri de bu.
Türkçeye Toprak adıyla çevrilen kitabın Almanca orijinali Das Feld, yani “arazi” veya bağlam itibariyle “tarla” anlamına geliyor. Bu bilinçli bir tercih mi bilinmez ama “mezar” gibi doğrudan ölümü, bir bitişi çağrıştıran kelimeler yerine bu kelimelerin seçilmesi, bize ölümün penceresinden yaşama bakmamızı öğütler halde. Ağır Roman‘daki o meşhur “Şimdilik ölümüne kadar hayattasın” sözü gibi. Çünkü “toprak, tarla” imgesi, sadece ölülerin gömüldüğü yeri değil, canlılığa, yaşama dair verim alacağımız yeri de karşılıyor.
Ölümün gizemli yanını düşünmek bize binlerce yıldır ona dair pek bir şey kazandırmamış olabilir ama ölümü bilip yaşamı düşünmek, bunu Robert Seethaler’in kitabındaki gibi okunmaya değer hikâyeler üzerinden yapmak, en azından bir şeyleri değiştirme motivasyonunu verebilir diye düşünüyorum. Üstelik ölümün kol gezdiği bu günlerde bu, çok daha önemli bir deneyim olacaktır.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)