‘Emekçi kadınlar’ cephesinde bu yıl da değişen bir şey yok. Bu 8 Mart’ta da yine başındaki “emekçi” sıfatı kırpılarak, belleklerimizdeki yeri “Kadınlar Günü”ne indirgenmeye çalışılan, sıradan bir “Kadın Günü” yaşıyoruz. Kadın vurgusunu öne çıkaran şirketlerin, kadın işçileriyle övünen 8 Mart reklamıyla algılarımızla oynamasını izliyoruz. Kadın söylemi üzerinden tüketimi körükleyenlere destek olmak için, yaralı bilinçlerimizle mağaza vitrinlerini seyrediyoruz.
Ben bu yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü merdiven altı işyerlerinde elverişsiz koşullarda çok düşük ücretlerle çalışan emek sömürüsü altındaki kadınlarımıza ve sistemin her bakımdan ötekileştirdiği kadınları toplumcu bakış açısıyla anlatan, kadın dilinin evrenselliğini yakalamış Leylâ Erbil’e adıyorum.
Leyla Erbil, ülkemizde kadın yazarlar arasında önemli bir yere sahip olmasına karşın, yaşadığı zaman diliminde hak ettiği ilgiyi görememiştir. Uzun süre edebiyatta yok sayılmıştır. Anlatım biçiminde yaptığı devrimin bugün bile anlaşıldığını söylemek zordur. Oysa onun yapıtları ülkemizde ve dünyada döneminin öncüsüdür. Bugün de Türkiye’de öncü olmaya devam ederken, dünyada sayılı örneklerin yanında yer almaktadır. Yazdıklarının her biriyle kadın edebiyatına öncülük eder. Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Sevim Burak gibi yazarlarla birlikte, Suat Derviş’ten bu yana, başkaldıran, toplumcu kadın bakışının temsilcisidir.
Bedrettin Cömert’e göre “gerçek toplumcu sanat, insanı, birey-toplum bütünlüğü içinde görüp yansıtabilen sanattır. Toplumculuk bir konu, içerik sorunu değil, yöntem sorunudur, bakış açısıdır, dünya görüşü biçimidir.” Yaşadığı toplumu iyi analiz edebilen Leylâ Erbil Cömert’in tanımını yaptığı toplumcu sanatın yaratıcısı bir yazardır. Bu anlamda topluma hâkim olan kapitalist sistemin insanda yarattığı yıkımları ve bu yıkımlarda kadının payına düşen çifte sömürünün yarattığı çözülüşleri ve bozulmaları, dini bağnazlığın erkek egemen kültürü nasıl beslediğini yapıtlarında gösteren bir kadın yazardır. Eleştirilerini yaparken kullandığı dil, ona özel bir edebiyatı yaratırken bütün kadınların da ortak sesi olur. Özellikle Üç Başlı Ejderha ve Cüce romanları, her okumada toplumdaki farklı çarpıklıklara odaklanılan bir kurguyla ve dille yazılmıştır. Her okuma farklı anlamlar yaratır.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide; “Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduğuna inanıyorum. Sanatımın kaynağı da her insanda gördüğüm bu zavallılıkla, derinlikle ilgilidir.” diyor. Neden böyle düşündüğünü ve Leylâ Erbil’in düşün dünyasını anlamak için, etkilendiği yazarları, etkilendiği felsefe akımlarını ve dönemi gözden geçirmek gerekir.
Leylâ Erbil 1931-2013 yılları arasında, 82 yıl yaşamış bir yazar. Çocukluğu, gençliği ve olgunluk dönemiyle birlikte Türkiye’nin hem uluslaşma hem de cumhuriyet idaresini yerleştirme çabalarının tanıklığını yapmıştır. Yaşanan ekonomik, sosyal sorunlara, toplumsal çalkantılara ve yaşanan darbelere de tanıklık etmiştir. Sürecin toplumda yarattığı çarpıklıkları gözlemlemiştir. II. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında dünyada meydana gelen sanat, edebiyat ve düşünsel değişiklikleri yaşamıştır ve bütün bu durum, Erbil’in de düşün dünyasına kaynaklık etmiştir.
1959 yılında ilk kitabı Hallaç, 1968 yılında, bir diğer öykü kitabı Gecede yayımlanmıştır. 1971 yılında Tuhaf Bir Kadın, 1977 Eski Sevgili, 1998’de Zihin Kuşları, 1985’de Karanlığın Günü, 2001’de Cüce, 2011’de Kalan, 2012’de Üç Başlı Ejderha, 2013’de Tuhaf Bir Erkek, sonrasında da Mektup aşkları yayımlanır.
Cüce, edebiyatla düşünce arasındaki organik bağın açıkça görüldüğü bir romandır. Bu açıklık roman estetiği içinde ve değişik bir yazın anlayışına sahip sanat eseri olarak eleştirel okura sunulmaktadır. “Bizde edebiyatla düşünce arasındaki ilişki kurulamadığı için moralist (ahlâkçı, sahip olduğu düşünceyle dünyayı yorumlayan ve bu yoruma uygun yaşayan) romanlara rastlanmaz” diyor Selahattin Hilav. 50’li yıllarda bu değişmiş, edebiyat felsefeye derin ilgi duymaya başlamıştır. Dünyada özgürlükçü hareketlerin gelişmesiyle birlikte Varoluşçuluk, Marxçılık ve gerçeküstücülük akımlarının etkisini gösterdiği sanat eserleri kendini daha rahat ifade etmeye başlamıştır. 60 anayasasının yarattığı özgürlük ortamı da edebiyatımızda 50 kuşağı denen sağlam kuşağın ortaya çıkmasını, tanınmasını, okunup bilinmesini sağlamıştır.
1950 kuşağı edebiyatçılarının yapıtlarını yarattıkları dönem Türkiye’nin siyasi anlamda en çalkantılı dönemidir. Dünyayla koşut olarak Türkiye’de de özgürlükçü hareketlerin ve solun yükselişte olduğu bu dönem, oldukça geniş kitleler üzerinde hâkimdir. Leylâ Erbil bir söyleşisinde bunu şöyle dile getirir: “… benim ya da bizim kuşağımız yazarlık kadar siyaset düşünceleriyle de iç içe büyüdü. Dönem o dönemdi; bir disipline, bir dünya görüşüne sahip olduk, bir formasyondan geçtik. Arkadaşlarımızın çoğu Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu, olmayanlar da, A. Bezirci gibi, O. Kutlar gibi, hep destekledi sosyalizmi.”
Toplumsal, siyasal, cinsel ve dinsel tabuların irdelenmesi, Kafka etkilerinin ortaya çıkardığı bir tür gerçeküstücülük, yeni konulara uygun yeni biçem ve dil arayışı, 1950’nin son yıllarından başlayarak kendini gösteren bu edebiyat düşünce birlikteliğinin sonucunda oluşmuştur. Bu durumun ortaya çıkardığı dönemin edebiyat anlamında ilerici yazarlarının en önünde Leylâ Erbil yer almıştır. Resmi ve kalıplaşmış edebiyat dilinin yerinden oynatılmasının, edebiyatımızda bugün görülen dilsel özgürlüğe ve sözcük dağarcığının gelişmesine zemin hazırladığı söylenebilir.
1. Dünya Savaşı sonrasında sorgulanan Hümanizmin, felsefede Varoluşçuluk, Marksizm, sanatta Gerçeküstücülük, psikanaliz ve Freud, Leylâ Erbil’in düşünce dünyasının temel taşlarıdır. Dostoyevski, Kafka, Beckett, Sartre, Shakespeare, Kont de Lautréamont ve Sait Faik beslendiği kaynaklardır. Yerlerinin her zaman farklı ve özel olduğunu söylediği Sait Faik ve Beckett etkisinde kalmamak için, ilk öykü kitabı Hallaç’ta çok çalıştığını söyler. Bunların yanında çocukluğunda hep rastladığı, bağıra çağıra gezen deli bir kadın, küçükken karşılaştığı korktuğu ve dayanmakta zorluk çektiği yasakçı ve buyrukçu insanlar, -bunları daha sonra yürüyüşlerde, mecliste seyrettiği, Sivas’ta gördüğü kana susamış insanlar olarak tanımlar- ve şairler, arkadaşları etkisinde kaldığı kişiler arasındadır. En özel ve etkili iki kaynağı ise Marx ve Freud’dur. Saydığı kaynaklara baktığımızda kültür dünyasından isimlerin yanında toplumun kendisi de doğrudan yazarın kaynaklarındandır.
Nâzım Hikmet etkisi Erbil’in de önemli yol göstericilerindendir. Edebiyata ve topluma hep sol pencereden, hep toplumsalın içindeki bireysellikten baktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum hem edebi hem de düşünsel yapıtı olan Zihin Kuşları’nda ve diğer yapıtlarında açıkça görülür. Üstelik düşünsel zenginliğinin öngörüsüyle, o dönemde Marx’ın ve Freud’un adını yan yana söyleyebilmek Leylâ Erbil cesaretidir. Çünkü yaşanan dönem Nörobiyolojinin henüz bilinçdışını daha kabul etmediği, Freud’un görüşlerinin tam kabul görmediği bir dönemdir. Bu yüzden Leylâ Erbil’in, kendisi de burjuva sayılan ve burjuva hastalıklarını psikanaliz yöntemiyle sağaltan biri olarak görülen Freud’un görüşlerinden yararlanarak yapıtlarını oluşturan bir yazar, hem de bir kadın olarak kabul görmesi çok zor olmuştur.
Erbil’e göre bir yazarın Freud’la, Jung’la, Lacan’la olan ilişkisi, onların insanı anlamaya kattıkları yeni bakış açısıyla ilgilenmek, yazdıklarını bu anlamda sahici kılmak demektir. Düşüncesini kendi söylemiyle tekrarlarsak; “Bilinçdışının kavranması ile yenilenen öz bize yeni teknikler sağladı, yeni biçimler elde etme olanakları verdi. Biçimin içi boş, soyut marifetlerden öte bir şey olduğunu bir kez daha öğretti. … Bilinç akımı tekniklerinin bütün sanat kollarına hâkim olması, bilinçdışı güçlerin varlığının kabulü, bu yolda bir çığır açılması Freud öğretisiyle oldu.” Jung da kollektif bilinçdışının varlığını kazandırmıştır insanlığa.
Freud’u ancak Avusturyalı-Amerikalı psikiyatrist ve psikanalist, psikiyatri tarihinin en radikal isimlerden biri, Wilhelm Reich yerli yerine oturtur. “Faşizmin Kitle Psikolojisi ve Kişilik Çözümlemesi” gibi çok bilinen ve dikkate değer yapıtları olan Reich; Freud’un psişik yaşamı açıklaması ve bir tedavi yöntemi olması bakımından önem taşıdığını, ama getirdiği açıklamaların kapitalizmin toplumsal-ekonomik bağlamı içinde ele alınması gerektiğini ileri sürer. Böylece Freud’un psikanaliz öğretisi, kapitalizm ilişkisiyle birlikte düşünüldüğünde yerine oturur. Bu görüşün izlerine Cüce’de, Üç Başlı Ejderha’da ve Erbil’in diğer yapıtlarında tanık oluruz.
Leylâ Erbil’in gücü onun insana bakış açısından gelir. İnsana bakışı Engels’le aynı penceredendir; “Modern toplumda-kapitalist toplumda bir insanının ‘insan’ olması mümkün değildir. Modern toplumda insan insanlığından çıkmadan yaşayamaz.” diyor Engels. Erbil de Cüce’nin 12. sayfasında bunu açıkça dile getiriyor; “Kimse içinden çıktığı çirkeften leke almadan gezinemez bu gezegende, artık bil bunu” diyor o da Cüce’de. Bu iki ortak cümleyle Engels de, Erbil de kapitalizmin modern dünyasında insanın sakatlanmış, yaralanmış olduğunu vurguluyorlar.
Herkesin sakatlanmış olduğu bir toplumda sakatlık normalliktir artık ve o insanı siz de normal anlatamazsınız. O yüzden de biçim, anlatım yöntemi hatta yazım kuralları bile o sakatlığa göre şekillenir. Sakatlanmış insanın düzgün düşünmesi, düzgün cümle kurması, gramer kurallarına uyması beklenemez, o insanı anlatan yazarın da yolları hiçbir zaman normal olamaz. O yüzden; “Sanatımın kaynağı her insanda gördüğüm zavallılıktır, deliliktir.” diyor. Leylâ Erbil. Yazınında Joyce’un etkisinin görüldüğünün söylenmesi üzerine de; “Joyce’la 1957 yılında İngiliz bir öğretmenin kitaplığını bana bırakmasıyla tanıştım. Joyce’u okuyup da anladığımı söyleyemem ama yazış stilini ve ne yapmak istediğini sezdim, bunun bana ne kadar katkısı oldu bilemem.” diye yanıtlıyor.
Leylâ Erbil yapıtlarında, toplumsal cinsiyet bağlamında kadın ve cinsellik, insanın varoluşsal sıkıntıları, tarih, toplumsallık, dinin kadın ve toplum üzerindeki baskısı-dinsel dogmatizm- gibi konuları işlemiştir. Eleştirel akıl bütün yapıtlarının ana merkezindedir. Cesur politik duruşu hemen bütün yapıtlarına yansımıştır. Bunun nedenini şöyle açıklar; “Yetişirken insandan sorumlu olduğumuz öğretildi bize. Bu duygu içimize işlemiştir.” Tıpkı Dostoyevski’nin dediği gibi; “Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur.” O yüzden yaşadığı dünyayı, yaşadığı toplumu ve bu toplumu baskı altında tutan her şey, en çok da kadını yaralayan dinsel dogmatizm hemen her yapıtının ana meselesidir. Örneğin; Üç Başlı Ejderha’da Maraş katliamı odak noktasındadır, Cüce’de Sivas yangını ve TİP’li yedi gencin öldürülmesi. Mustafa Suphi’yi kimin öldürdüğü sorusu ise; hemen her yapıtında peşine düştüğü, açığa çıkarmak istediği gizdir. Her iki yapıtında da dinsel bağnazlık bataklığının toplumu nasıl gericileştirdiğini, yobazlaştırdığını mitolojik öykülerin desteğiyle çarpıcı bir şekilde yüzlere vurmaktadır. Eserlerinde kullandığı yazma biçimi ve kendince yarattığı noktalama işaretleri, onun toplumsal eleştiri hakkını kullanırken gösterdiği cesaretinin sınırsızlığıdır. Bugünlerde çok özlemini duyduğumuz, çağından sorumlu aydın erkeğin, aydın kadının resmidir Leylâ Erbil.
1960’ların yüzeysel özgürlük havasında, edebiyatçılarımız yazma edimleri ile yaşama biçimleri ve düşünsel dünyaları arasındaki organik bağı kurabilmeyi başarmış; yazarın kendini, toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel çevresini sorguya çekmesi gündeme gelmiştir. Selahattin Hilav’ın sözleriyle söyleyecek olursak; “Türk edebiyatçısı batının estetik ve düşünsel alandaki yaratışlarıyla zamansal açıdan ilk defa aynı hizaya gelmişti.” 1960’larda. Leylâ Erbil, Cüce’de, birey olmanın sancılarıyla başa çıkmaya çalışan entelektüel bir yazar kadını ve sorunlarını resmederken, arka planda bin yıllardır süre gelen kadınlığın hikâyesini okuruz. Bunu, insanlığın belleğinde iz bırakmış birçok kişinin, kentin, olayın kullanılmasını kurguya sokarak yapar. Yarattığı kendine özgü kadın diliyle verdiği örnekler, anlatımdaki sıçramalar anlam kaydırmalarına sebep olur ama o anlam kaymaları insanlığın ortak evrensel bilinç dışıdır. Erbil aynı zamanda da anlatının zamanını yüzyıllara yayarak, zaman kavramını da soyutlar. Bir günlük anlatının içinde yüzyılları anlatan simgeler vardır. Şiir diline yakın bir dil Cüce’ye ve Üç Başlı Ejderha’ya hâkimdir.
Selahattin Hilav ‘Entelektüeller ve Eylem’ isimli yapıtında; “Sanatın asıl görevi ‘yatıştırmak’ değil, ‘tedirgin etmek’tir; biz olmaksızın hareket ederek gelişen verilmiş bir gerçekliği dile getirmeye kalkışmak değil, gerçekliğin gelişmesi ve değişmesinin büyük ölçüde aksiyonumuza bağlı olduğunu ve bu gerçekliğin yetersiz yanlarından bizim sorumlu olduğumuzu duyurmaktır; kısaca sorumluluğun uyandırılması ve fark ettirilmesidir.” diyor, Leylâ Erbil de yazdıkları ve olaylar karşısındaki tavırlarıyla tam da tedirgin eden, hatırlatan, sorumluluk yükleyen, toplumcu bir yazardır. Ölüm oruçlarına, 12 Eylülcülerin yargılanması komedisine, Suriye savaşına karşı basın açıklamaları ve imza kampanyalarına kadar daha birçok toplumsal olaylar karşısında tavır almış bir sanatçıdır. Yazdıkları da her zaman çağın olumsuzluklarına bir karşı duruş, bir tedirgin ediş, bir sorumluluk yükler okuyana. Bu anlamda Erbil’in bütün kitapları toplumculuğu, tarih bilinci, kurgusu ve anlatı biçimiyle çağını aşmış bir kadın yazarın anlatısıdır.
Tarih bilinci ve toplumsal bellek Leylâ Erbil’in yapıtlarında vazgeçilmez kurgu unsurudur. Zamanımızı anlamamız, olaylar karşısında doğru tavrı alabilmemiz için geçmişi iyi bilip objektif değerlendirme yapabilme yetkinliğinde olmamız gerekir. Bunun için de tarih bilincini kazanmak birinci şarttır. Tarihsel bilinç kendini bilme tarzıdır. Kendini bilen insan ortak amaçlar etrafında birleşerek toplumsal yaşama geçer. Ne yazık ki, ekonomik bağımsızlığını kaybetmiş bizim gibi toplumlarda, tarih bilinci yok edilmekte, dolayısıyla toplumsal bellek yitimi körüklenmektedir. Günübirlik politikaların uygulandığı, kalıcı bir kalkınma ve kültür planlarının uygulanmadığı, eğitim politikasının olmadığı, “globalleşen dünya” söyleminin sadece “tüketim” kültürü olarak etkilediği yaşam biçimimizde, her şeyin piyasalaştığı bu sistemde, engellenen tarih bilincimizin yanında toplumsal belleğimiz de yok edilmeye çalışılsa da edebiyat toplumsal ve tarihsel tanıklığını sürdürmektedir.
Bir kentin(İstanbul’un), oğlu işkencede ölmüş delirmek isteyen ama deliremeyen bir anneyle onun oğlunun arkadaşının ve Maraş olaylarında katledilmiş bir ailenin tarihi. Tıpkı İstanbul’un tam ortasındaki hipodromun (Sultan Ahmet Meydanı) sipina duvarına dikilmiş, üç yılanın birbirine sarılarak oluşturdukları, yılanlı sütun(üç başlı ejderha) gibi. Birbirine dolanmış üç öykü. Bu üç öyküyle oluşturulan tarih bilinci ve toplumsal bellek kazısı Üç Başlı Ejderha’nın kurgusudur.
Cüce ve Üç Başlı Ejderha’da anlatılan; güç ve iktidar savaşının, sömürü, talan, yağma ve vahşetin hayallere durgunluk veren boyutu ve bu vahşet karşısındaki insanlığımızın düştüğü acziyettir. Uygarlık denen aşamaya ulaşma çabalarımızda kırıp döktüğümüz, yakıp yıktığımız, yok olma noktasına getirdiğimiz insanlığımız, merhametimiz, vicdanımızdır. Güzelleştirmeye çalışırken daha da çirkinleştirdiğimiz, yaşanmaz hale getirdiğimiz, acılara boğduğumuz yaşamlarımızdır. İleriye, hep ileriye derken gerilere düşen yürüyüşümüzdür. Barışı ve mutluluğu düşlerken kanda gözyaşında boğulan, yoksullaşan, delirtilen, sakatlanan halklarımızdır. Açlığımız, kimsesizliğimizdir. “..adil olmayan her şey doğal sayılmıştır uygarlığımızda,,, kimse ses çıkaramaz olmuştur artık,,, binlerce yılın getirdiği düzen,,, uygarlaştırma budur,,, herkesin olanla yetinmesi,,, başkaldırı eskidi,,,”
“ne bekliyorsun karşındakinden,,,o acıyı gidermesini mi,,, en iyisi susmak,,, susamıyor da insan,,, (…) resim yapmaya başlamış sergi de açmıştı,,, genç dostum,,, hapisten çıktıktan sonra,,, bağıran dişsiz ağızlarla doluydu tuval,,, kanayan damaklarla,,,” Leylâ Erbil’de insan; bütün olumsuzluklara rağmen acısında yok olmamak ama unutmamak için aynı zamanda, kendini yeniden üreten insandır. Her şeye rağmen insanın içinde kaybolmayan yaşam enerjisini de olumlar karakterleri. “uyduruyorsun her bahaneyi,,, ölmemek için,,, neyse ki Üç Başlı Ejderha girdi hayatıma,,,”
Üç Başlı Ejderha Maraş katliamı özelinde kurgulanmıştır ama içerisinde; 1 Mayıs olaylarından 80 Darbesi’ne, Türkiye tarihini barındırır, tıpkı Cüce’de olduğu gibi. Her iki yapıtta da hem İstanbul’un özel tarihini hem de bugünün kan gölünde çırpınan, iyilikten sevgiden, hümanizmadan habersiz dünyasının tarihini de okuruz.
Fransız yazar Roger Vailland; “Toplumların tarihini ve çağdaş olayları maddeci bir açıdan görmek, bir yazarın sadece emekçilerin yaşadığı ortamlarla ve yaptıkları mücadelelerle ilgilenmesini gerektirmez. Yazar, maddeci görüşü iyice benimseyebilmişse, yarış otomobilleri ve zürafa avı ile ilgili romanlar bile yazsa bu görüşünün dile gelmesinin önüne geçemez. Yazar tuttuğu tarih felsefesini ne kadar iyi hazmetmişse görüşü eserlerinde o derece iyi dile gelir. Bir yazar politikanın ve felsefenin basmakalıp dilini aştığı ölçüde gerçek bir yazar olur.” diyor. Bu anlamda Leylâ Erbil gerçek bir yazar, öncü ve ilerletici bir yazar olmasının yanında cesur bir yürektir.
Yararlanılan Kaynaklar
Selahattin Hilav / Entelektüeller ve Eylem
Leylâ Erbil / Zihin Kuşları / Cüce / Üç Başlı Ejderha
Leylâ Erbil’de Etik ve Estetik – Sennur Sezer’in katkısından / Yayına Hazırlayan Süha Oğuzertem
Bahtin / Karnavaldan Romana
Leyla Erbil ve Kült Bir Roman Olarak ‘Cüce’ | Sülbiye Yıldırım