İzlemesi de okuması da hayli güç bir dram. Hele kadınsanız… Oysa olağan başlıyor her şey. Birbirine âşık iki sanatçının -hele ki bu aşk sanatlarını da besliyorsa- kime, ne zararı dokunabilir? Fakat sanatçıların aşkları, tutkularının şiddeti doğrultusunda yapıcı bir itkiye dönüşebildiği gibi, tutkunun zayıflayıp işlevini yitirmesi sonucu, söz konusu itki o şiddette yıkıcı olacaktır.
Camille Claudel 1880’li yılların muhafazakâr Fransa’sında soylu sayılabilecek bir ailenin kızı olarak hayattaki tutkusunu belirlemiştir; çok da kabul gören cinsten bir yol seçmemiş, geceleri Paris sokaklarında eserlerine uygun çamuru elleriyle yoklayarak arayan bir heykeltıraş olmayı istemiştir ve olmuştur da. Camille toz gibi, tüy gibidir, uçarı haşarıdır, ne yerde ne göktedir, arar bulamazlar; deli der geçerler ya hani, oysa o gerçek bir sanatçıdır. Durağan, huzurlu yüzü, görenleri kandırır. Böylesine cüretkâr bir kadını, seçtiği bu yolda tökezletecek pek az şey var; hatta tek şey: Aşk. Maalesef, Rodin’e duyduğu tutku, kendisine, daha doğrusu kendisini kendisi yapan en önemli elemente, sanatına zarar verecek kadar büyür.
Camille, başta, ondan ders alabilmek için çıldırır, Auguste Rodin ülkenin, hatta Avrupa’nın en büyük, en tanınan ve talep gören heykel sanatçısı olduğundan, Camille onun peşindedir. Bir işçi gibi onun emrinde çalışmaya bile razıyken, Rodin, Camille’in işlerini görünce ona öğretecek hiçbir şeyi olmadığını fark eder. Camille zaten sanatçıdır, hem de onun o güne dek gördüğü en iyi sanatçı. Aşk yaşamaya başlarlar. Fakat Camille’in tanrı vergisi yeteneği Rodin’i korkutmuş mudur? Rodin, Camille’i fiziken öldüremese bile, onu yok etmenin aşamalarını adım adım sağlar. Önce onu aldatır. (Bu kısmı biraz fazla kompleks.) Üstüne bir de genç sanatçının alacağı işlerin ya da açacağı sergilerin önüne taş koyunca, deli kız Camille elbette durmaz, gece vakti gider, Rodin’in yaşadığı evin pencerelerini kırar, çığlıklarıyla mahalleyi ayağa kaldırır. Rodin bunu fırsat bilir, Camille’in akıl hastanesine kapatılmasını sağlayarak onu sanatından mahrum bırakır, onu tamamen hiçleştirir.
Rodin, Camille’in ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu ortamlarda dile getirmekten çekinmemiştir. Bir ölünün günahını almak istemeyiz elbette, fakat bazen de aleni olan yorum gerektirmez: Camille’in hikâyesindeki rolüyle Rodin’in, genç kadının deliliğin kıyılarında gezinmekte olan sanatçı dehasını uçurumdan ittiği aşikârdır ve Camille’in canlıyken bir ölüye dönüşmesinde baş misyonu üstlendiği kesindir. Çünkü erkekler güçlü kadınlardan korkar, hele ki, kendilerinden sonra kadın, hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa bu o erkeği, ayakkabısının içine kaçmış küçük bir çakıl taşı gibi rahatsız eder.
Keşke bu öykü sadece bir film senaryosu yahut roman olsaydı, oysa buz gibi gerçek. İsimler yabancı belki; fakat fazla uzağa gitmeye gerek yok, İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesinde yıllardır eli çenesinde duran ve tüm dünyada felsefi düşünme sürecinin bir temsili haline gelen Düşünen Adam heykeli aslında Rodin’in ünlü eserinin bir replikasıdır. Orijinali, Rodin Müzesi’nde durmakta. Bazen onu gerçekte “Camille yapmış olabilir mi?” diye düşünmekten kendimi alamam, çünkü Rodin benim gözümde bir “yalancı çobandır” ve Rodin’in de ne kadar iyi bir sanatçı olduğu aşikâr olsa da Camille’i delirttiği ve onu, sanatını icra etmekten alıkoyduğu için öfkemden payına düşeni alacaktır.
“Camille, Bir Kadın” Anne Delbee tarafından kaleme alınmış bir eser, 1988 yılında beyazperdede can bulan hikâyede Camille Claudel’i Isabelle Adjani canlandırdı. Rodin’i ise Gerard Depardieu. Her ne kadar 2013 yılında “Camille Claudel, 1915” ismiyle başka bir film daha çekildiyse de (Camille’i bu kez Juliette Binoche canlandırıyordu) işin iç yüzünü merak edenlere istediğini verecek olan yapım, ilk versiyondur. Çünkü sonradan çekilen film sadece Camille’in akıl hastanesindeki durağan ama iç yakan acılarla ve sanatına duyduğu özlemle geçirdiği dram günlerini içerir. Düşünmesi bile güç; tam otuz yıl. Sonra da işte bu akıl hastanesinde ölüp gider. Ama eserleri, ruhunun gücü ve sanatının ölümsüz sesi bugüne ulaşmış, kendisi, bana kalırsa Deli Kadınlar Cumhuriyeti’nin baş tahtına oturmuştur. Bu cumhuriyette yaşayan ölümsüz kadınlar dünyaya uyumlanamamış ruhlardır. İyi ki de öyledir. Oysa onlara deli demek herkesin kolayına gelir. Çünkü kendine münhasır var oluşlarıyla herkesten ayrılan o kadınlar, aynılıklar cumhuriyetinin birer düşmanıdırlar.
Anne Delbee’nin romanında, Camile’in ünlü bir şair olan erkek kardeşi Paul’a, akıl hastanesindeyken yazdığı iç acıtan mektuplar da vardır:
“Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye; yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar… Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar… Bütün bunlar Rodin’in şeytani başının altından çıkıyor. Kafasında bir tek düşünce vardı zaten; kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam; bunu engellemek için de, yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu… Bu esaretten çok sıkılıyorum… Villeneuve’e hiç dönemeyecek miyim, Paul?”
İstanbul’da dünyaya geldi.
İlk romanı Kozanın Tereddütü 2009’da yayımlandı.
Ölü Çiçekler Müzesi adlı öykü kitabı 2011’de Yaşar Nabi Nayır Ödülleri’nde dikkate değer eserler arasına seçildi. Ardından üç yıl kadar süren seyahatleri başladı. Latin Amerika, Küba ve Avrupa ülkelerini kapsayan gezilerin ardından Köprüde Durup Beni Öpmesini Bekleyeceğim adlı romanıyla tekrar yazın hayatına döndü.
İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan yazar, yaşamını çevirmenlik ve İngilizce Öğretmenliği yaparak sürdürmektedir.