“En aşılmayan, unutulmayan idealler ise gerçekleşmemiş olan ideallerdir.
Bundan ötürü bir düşüncenin daha gerçekleşmemiş oluşu, o düşüncenin ne yenilgisini ne de yanlışlığını kanıtlar. Aksine yalnızca gerçeklerin alanına girip eskimemiş ve yanlışlıkları kanıtlanmamış olan idealler, ahlaki gelişmenin bir öğesi olarak, her yeni kuşakta etkinliğini sürdürür.” Stefan Zweig
Zweig, zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1881 yılında Viyana’da dünyaya geldi. Erken yaşta entelektüel hayatın içinde yer aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Yunanca ve Latince dillerine hâkim olan Zweig, felsefe doktorasını kazandıran üniversite eğitiminden sonra zengin içerikli yapıtlarla edebiyat ve düşün alanında oldukça etkili olarak yer aldı. Yaşarken onun kadar ünlü olan yazar ve düşün insanı çok azdır. 1920 yılında Zweig’la evlenmek için eşinden boşanan Friderika Maria von Winternitz ile evlenmesinin, ününün yayagınlaşmasında önemli etmenlerden biri olduğu söylenir. Kendisi gibi yazar olan Fredrika’nın, tamirattan sekreterliğe, birçok işi yüklenip üstesinden gelerek Zweig’a rahatça seyahat etme, özgürce çalışma ortamı sağlamasının yanında, eserlerinin basımı ve tanıtımında oldukça etkili rol oynadığı söylenmektedir.
“Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum,” diyen Zweig, her iki dünya savaşını yaşamış savaş karşıtı biri olarak, Hümanist Felsefe görüşünü savunuyordu. Avrupa kültürünün en üstün kültür olduğuna, eğer özümsenip yaygınlaştırılırsa bütün kötü düşünceleri yeneceğine inanıyordu. Bu inancını “Dünün Dünyası” adlı yapıtında şöyle dile getiriyor: “İnsanları ayıran noktaları değil, bunların üzerinde kalan birleştirici öğeleri vurgulayanlara ve daha yüksek bir hümanizmin egemen olacağı bir çağın geleceğine ilişkin düşünceyi insanların yüreklerinde inançla yenileyenlere insanlığın her zaman ihtiyacı olacaktır. (…) Bizler, yani Avrupa’da yaşayanlar, aramızda hiçbir karşıtlığa, hiçbir üstünlüğe yer vermezsek, bütün önyargılardan arınmış olarak, halktan halka değişebilecek bireysel üstünlüklere hayranlık duyabilirsek, o zaman bütün zamanların tarihi boyunca hep belirleyici olmuş, o tinsel güce erişebiliriz.” Yani Zweig, ulusların, sınırların, pasaportların, ırkların üzerinde kalan bütün ayrımları silmeyi hedefleyen bir dünya görüşüne sahipti.
Avrupa kültürünün özümsenmesinin dünyadaki savaşları bitireceğine olan inancıyla yaşamını düşünsel bir Avrupa Birliğinin gerçekleşmesine, dünya kardeşliğine adamıştı. Bu konuda Avrupa’nın birçok kentinde, kalabalık dinleyicilerini salonların almadığı konferanslar verdi. Yaşamı boyunca yapıtlarıyla, özellikle de inceleme ve denemeleriyle, en büyük değer saydığı bir Hümanizmin sözcülüğünü yaptı. Politikayı bir dogma olarak değerlendiren, hayatında hiç oy kullanmayan, insanlara baskıyla bir şeyler kabul ettirilmesine karşı olan Zweig’ın yapıtlarının, daha sağlığında birçok dile çevrilmesi, dünyanın hemen her ülkesindeki aydınlarca okunması, böyle bir dünya görüşünün ne kadar geniş bir çevreye seslendiğinin kanıtıdır.
Stefan Zweig, odağında Hümanizm dünya görüşünün egemen olduğu öykülerini, Goethe’nin klasik öykü kuramının etkisinde oluşturan yazarlardandır. Öykülerinin konularını hayatın içinden seçer ama onları güçlü kılan ve sürükleyiciliğini sağlayan çatışmayı, çatışmanın yarattığı gerilimi, öykü sonuna dek hep diri tutar. Hem üslubu hem de psikolojik anlamda yarattığı güçlü karakterleri hayatın doğal akışındaki olayların ilginç hale gelmesini sağlayan bir diğer öğedir. Yarattığı bu güçlü karakterleri yapıtlarını ölmezleştirmektedir. Bu kadar güçlü karakterler yaratabilmesinin altındaki neden, psikolojiye duyduğu ilgidir. Çalışmalarını yakından izlediği bilim insanı Freud’la mektuplaştığı, öykülerini Freud’a göndererek görüşlerini aldığı, hatta bu görüşler doğrultusunda düzeltmeler yaptığı mektuplaşmalarında okunmaktadır. Psikolojik derinliği yaratmadaki başarısı, büyük bir okur kitlesini kazanmasının, hatta çağının en çok okunan Alman yazarı olmasının ve aynı zamanda biyografik yapıtlarının başarısının da sırrıdır.
“Satranç” Stefan Zweig’ın en çok tanınan yapıtlarından biridir. Bu yapıtını, 1940 yılında II. Dünya Savaşı’ndaki yersiz yurtsuzluğunda sığındığı ülkelerden biri olan Brezilya’da, bir sahafta rastlayıp satın aldığı satranç kitabından yola çıkarak yazmıştır. 1960 yılında “Brainwashed” ismiyle, Gerd Oswald tarafından sinemaya da uyarlanmasından sonra kitlelere ulaşması yaygınlaşmış, oldukça da ilgi görmüş bir edebi yapıttır.
Satranç oyunundan yola çıkarak anlattığı öykü, hem konusunun ilginçliği hem de karakterlerinin dikkat çekici psikolojik yapıları bakımından çok yönlü okumayı sağlayan, kurgusuyla da okuru soluk soluğa bırakan bir yapıt. Öykü savaş zamanı, New York’tan Buenos Aires’e gitmekte olan, her ulustan insanların bulunduğu bir yolcu gemisinde geçmektedir. Bu geminin yolcuları arasında oynan satranç oyunundaki dişe diş mücadele odağa alınarak, savaşın ve faşizmin eleştirisi yapılmaktadır. Gemi dünyayı temsil ederken, satranç tahtası ve satranç oyunu savaşın kaosunu yaşayan bütün bir Avrupa’dır. Faşizmin insan üzerindeki yıkıcı etkileri, savaşın yarattığı yeni sosyal sınıflar ve bunları temsil eden insan tipleri ve davranışları öykünün örgüsünü oluşturmaktadır. Bu örgü içerisinde Gestapo’nun Yahudi bir avukata uyguladığı işkence biçimi, avukatın, uygulanan işkenceye göğüs germek için kendi benliğine karşı kıyasıya rekabete girdiği satranç oyunu öykünün ana konusudur.
Zweig öykünün odağında, çok zorda kalan bir insanın, her şeyin bittiğini düşündüğü bir anda, olumsuzluklara direnmeyi sağlayacak bir varoluş nedeni yaratmasının, hayata tutunmayı da sağladığına işaret etmektedir. Varoluşçu psikolojinin izlerini taşımaktadır yapıt. Öyküyü; savaş döneminde Gestapo’nun işkencesinden sonra istenen şeyleri söylemediği, işkencede çözülmediği için yurtsuzluğa mahkûm edilen Dr. B., dünya satranç şampiyonu Czentovic, McConnor adındaki dönemin türedi zengini ve anlatıcı (bu büyük bir olasılıkla Zweig’ın kendisidir) olmak üzere, dört ana karakter oluşturmaktadır. Öykünün ana çatışması, geminin yolcularından dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile Doktor B. arasındaki satranç maçıdır.
Mirko Czentovic, küçük yaşta babasını kaybetmiştir. Çevresine karşı ilgisiz ve dikkatsiz bir çocuktur ve bu durumu öğrenme zorluğu yaşamasına, okulda başarısızlığına yol açmıştır. Çocuğun kimsesizliğine ve aykırı durumuna acıyan rahip onu sahiplenerek, okulda öğrenemediklerini öğretmek için çaba gösterir. Ağırcanlı, öğrenmeye isteksiz, yaşıtlarıyla ilişki kurmaktan kaçınan, asosyal, az konuşan, kendisinden istenenin ötesinde hiçbir şey yapmayan, üşengeç, etrafında olan bitene ilgisiz olan bu çocuğun tek ilgisi, akşamları rahiple jandarma başçavuşunun oynadıkları satranç partisini izlemektir.
“..ağır gözkapaklarının ardından görünüşte uykulu ve umursamaz ifadeli bakışlarını kareli satranç tahtasına dikiyordu.”(sf:3)
Tesadüf eseri bir akşam Mirko’nun, izlediği bütün oyunları ezberlediği ortaya çıkar. Bu olaydan sonra da rahip çocuğu satrançta eğitir, bilmediği hamleleri öğretir. Altı ay içinde satranç tekniğini bütün sırlarını öğrenen bu çocuğun, tek bir konu üzerinde yoğunlaşınca çok iyi öğrenebildiği ortaya çıkar ve sonunda girdiği her oyunu kazanan iyi bir satranç oyuncusu olur.
Mirko’nun satrançta tek yapamadığı körleme oyundur. Körleme satranç; bir oyuncunun tahtaya bakmadan, notasyonları kullanarak oynandığı oyundur. Bu durumda oyuncu satranç tahtasını görmeden, taşları kullanamadan ve hamleleri zihninde canlandırarak oyununu oynar. Mirko bunu asla beceremez. Çünkü Zweig’ın da yazdığı gibi; “Satrancın oynandığı alanı imgelemin sınırsız uzamına taşıyabilme yeteneğinden tümüyle yoksundu. (…) hep elle tutulur, gözle görülür somutlukta önünde bulundurmak zorundaydı.”(sf:7) Yani Mirko imgelem yeteneğinden yoksun, hayal gücü çok kısıtlı olan biridir.
Hayal gücü, insanın en üstün yeteneklerinden biridir. Bu yeti sayesinde insan, önceki imge ve fikirleri iradeden bağımsız biçimde birleştirerek parlak ve yepyeni sonuçlar yaratır. Oysa Mirko’nun eksik olan bu gücü onun bazı şeyleri algılamasını da engellemektedir. Örneğin satrançta çokça yapılan simultane partiyi anlaması çok zor olmuştur. Bu algı yavaşlığına rağmen yirmi yaşına geldiğinde dünya satranç şampiyonu olur. Bu kadar ağırcanlılık ve aptallık belirtisi gösteren Mirko’nun başarısını açıklarken Zweig, çocukluklarında aynı özelliği gösteren tarihi kişiliklerden; Napolyon’u yenen General Kutuzov’dan Hannibal’ı yenen Fabius Cunctator’dan örnekler verir. Onların başarısından yola çıkarak, Czentovic’in de kendisiyle oynayanların karşısında dünya satranç şampiyonu olmasının normalliğine bizi inandırır. Birçok rakibinin Mirko’nun “…yılmak bilmeyen buz gibi mantığı karşısında yenik düşmüşlerdi.”(sf:8) şeklinde ifade edilen özelliği karşısında bozguna uğramasını normal karşılarız. Fakat eşsiz ustalığını sergilediği satranç tahtasının başından kalktığında, grotesk ve komik bir görüntüye bürünür ve yazarın söylemiyle, “kuş beyinli taşra çocuğundan farksız”dır.(sf:8) Mirko, aslında yeteneğini açgözlülükle, olabildiğince cebini doldurmak için kullanan köylü kurnazıdır. Yani Mirco Czentovic, her zaman sadece kendi yararına olan şeyleri kollamakta ustalaşmıştır. Yeteneğini ve ününü, cebini olabildiğince doldurmak için ilkesizce kullanır. Üç cümleyi yan yana yazmaktan âciz olmasına rağmen, adının Satrancın Felsefesi isimli kitabın yazarı olarak kullanılmasına, fotoğrafının sabun reklamlarında boy göstermesine izin vermiş, düzeyli düzeysiz her türlü dernekte satranç oynamıştır. Kısaca parayı verenle her türlü ilişkiyi kurmakta bir sakınca görmemiştir.
Zweig’ın; beyni dış dünyaya kapalı, sadece kendi başarılarını önemseyen, satrancın ve paranın dışında başka bir değerin farkında olmayan, inatçı bütün insanlar gibi gülünçlüğünün de farkında olmayan, tek bir düşünceye saplanıp kalmış monoman insan Czentovic için söyledikleri, hem onun dünyasını hem de zamanımızın dünyasını anlamamıza yardımcı olmaktadır.
“Bir insan kendini sınırladığı ölçüde sonsuzluğu da yakalamış demektir. Özellikle dünyaya sırt çevirmiş gibi gözüken bu tür insanlar, özel malzemeleriyle kendilerine karıncalar gibi tuhaf ve gerçekten bir defaya özgü küçük bir dünya modeli inşa ederler.”(sf:10)
İşte dünya şampiyonu, monoman Czentovic böyle bir karakterdir. Günümüz dünyasında kendini sanal dünyalarla sınırlayan, yaşamı sorgulamaktan vazgeçen, insan olduğunu dahi unutan bizlerden çok da farkı yoktur. Aradaki fark sadece kurduğumuz dünyalarda kullandığımız malzemelerdir. Czentovic satrancı kullanmıştır kendi sınırlarını çizerken, bizler ise önümüze koyulan, bizi köleleştirdiğinin farkına varmadığımız hedeflere kilitlenmiş, AVM’lerde tüketme histerisine kapılan, monomanlarız. Tıpkı onun gibi kendimizi sınırladığımız yalancı dünyalarda, olan bitenden bihaber yaşamaktayız. Üstelik kendimize çizdiğimiz sınırlar Czentovic’in sınırlarından daha yaralayıcı çünkü bizim dünyamız sanal. Hayallerimizi bizim yerimize başkaları kurmakta.
Zweig’in Satranç öyküsündeki önemli karakterlerinden biri, İskoçyalı bir yeraltı inşaatları mühendisi olan McConnor’dır. Oldukça zengin olan bu adamın paranın gücünden gelen aşırı kendine güveni vardır. İnsani becerilerinin kendisine kazandırdığı güçle paranın gücünü o kadar eşitlemiştir ki, en önemsiz oyunlarda bile yenik düşmeyi kişilik bilinçlerine yönelik bir aşağılama olarak görür. Parasının gücüyle kendini herkese kabul ettirmiş, başarılarından dolayı şımarmış bu zengin iş adamını karşılaştığı her direniş, çirkin bir isyan ve neredeyse bir hakaret gibi heyecanlandırır. Yazarın sözleriyle, McConnor, başarıyı saplantıya dönüştürmüş bir megalomandır. McConnor çok iddialı başladığı oyunda, küçümsediği kaba saba bir köylü tarafından, hem de “küçümsenerek” yenilmeyi kabullenemez, tek bir oyun olarak kararlaştırılan oyunun rövanşını ister. Rövanş isteme sahnesinde Zweig, McConnor’un hastalıklı kazanma hırsını -bu hırs sadece oyun ya da kumar partisi için değil, iş hayatındaki kazanma hırsını da içeriyor- paranın gücünün her şeye kadirmiş hallerini, oyun salonunun heyecanlı havasının atmosferi içindeki anlatımıyla okura birebir yaşatıyor. Bu arada McConnor’ın kazancının kaynağının, savaşın nedenlerinden olan enerji, ulaşım gibi yatırımlar olarak işaret etmesi de iyi bir göndermedir.
Zweig olayları; Czentovic, anlatıcı ve McConnor’ın oyuncusu olduğu satranç oyununun çevresinde anlatıp soluk kesen bir heyecanla bizi arkasından sürüklerken ortaya Doktor B. Çıkıyor. Öyküyü ele geçirip ritmi hızlandıran, gerilimi yükselten olaylar zincirinin içine okuru çekip öyküyü bambaşka bir evrene taşıyan bu karakter sayesinde, birden altmış dört kareden oluşan bir satranç tahtasına sıkışmış bir gemide, olağanüstü olaylara şahit oluyoruz. Biz Mirko Czentovic ve türedi zengin McConnor’la uğraşırken, Dr. B. gelip öykünün odağa oturuyor. Hitler Viyana’ya girmezden bir gün önce bir ihbar sonucu tutuklanan Dr. B. Viyana’nın ünlü bir ailesindedir ve avukattır. Babasının kurduğu avukatlık bürosunda imparatorluk ailesinin hukuk işlerine bakmaktadır. Olayın bundan sonrası ise faşizm ve insana yaptığıdır.
Yazarın kitapta kullandığı ifadeyle, “alçaklığı akıllara durgunluk verecek ölçüdeki Hitlerizm” insanları toplama kamplarında açlığa, hastalığa, yok etmeye mahkûm ederek bir ırka karşı soykırım yapmanın yanında, bu ırkın aydın ve entelektüellerine karşı da başka bir ince ve etkili yöntemle işkence yapmıştır. Gestapo’nun merkezi olan bir otelde, kişiye özel, iyi ısıtılmış odalara yerleştirilen bu mahkûm aydınlar, çok ince düşünülmüş bir yalıtımla karşı karşıya kalırlar. Amaç yalnız bırakılan kişiyi mutlak bir hiçliğe mahkûm etmektir. Baskı dış dünyadan değil, kendisiyle baş başa kalan bireyin iç dünyasından gelecektir. Bu baskı bedenen acı veren baskıdan daha dayanılmaz ve daha yıkıcıdır.
Kapısı her zaman kapalı, yangın duvarına bakan demirli penceresi olan, bir yatak, bir koltuk, bir lavabodan başka hiçbir şey bulunmayan bu odada kişi kendi Ben’inin çevresinde ve mutlak bir hiçliğin içine hapsedilmiştir. Kapıda bir nöbetçisi vardır fakat konuşması ve soru yanıtlaması yasaklanmıştır. Hiçbir insan yüzü görmeyen, gün boyu duyu organlarına herhangi bir uyarı alamayan, umarsız bir şekilde kendi kendisiyle yapayalnız kalan bir adam.
Her yerde ve sürekli olarak bir hiçlik, zamandan ve mekândan mutlak anlamda yoksun bir boşluk içinde yaşamaya mahkûm edilen insanın sürekli kısıtlı bir alanda kendi etrafında dönüp durmaktan, çember çizmekten başka seçeneği yoktur. Beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur. Bir şeyler olmasını bekler, o bir şey olmaz, yine bekler, yine olmaz. Düşünür, karşı tarafın anlam çıkarılamayan davranışları karşısında çaresiz, hiç durmadan düşünür. Sahip olduğu sırları daha çok baskı yapar, bu baskısının ağırlığında şakakları parçalanıncaya kadar düşünen kişi, kendi düşüncelerinin kısıtlı sınırında kısılıp kalır, hepten umutsuzluğa düşer. Zamanın ve dünyanın dışında, her şeyden habersiz yaşamaya mecbur kalan Dr. B. her şeyden şüphe etmeye başlar. Sorgucuların neyi, ne kadar bilip neyi öğrenmek için sorular sorduklarını bir türlü anlayamaz. Neden sonuç ilişkisi kurmaya alışmış entelektüel beynin, bilincin yavaş yavaş öldürülmesidir olanlar. Günümüzde psikologlar böyle bir odada üç günden fazla geçirmenin beyinde hasara neden olduğunu deneylerle kanıtlamışlardır.
Olayın Dr. B. için dayanılmaz işkence olan asıl kısmı işte bu, her sorgudan sonra hiçliğine geri dönme halidir. Bu dönüşte sorgu sırasında sorulan soruları ve yanıtlarını gözden geçirerek onları denetlemeye çalışması, ağzından çıkanları denetleyebilmek için acımasızlıkla kendini, düşüncelerini tekrar tekrar sorgulaması ve bunun beyninde yarattığı çok yıpratıcı ve yıkıcı bir süreç işkenceyi korkunçlaştırmaktadır. Dr. B.’nin sözleriyle, “Düşünceler, başımın içinde sürekli dönüp duruyorlardı. (…) Gestapo’nun her sorgusunun ardından bu kez aynı acımasızlıkla kendi düşüncelerimi sorgulamanın, araştırmanın ve karşısındakine acı vermenin işkencesini uygulamayı üstleniyorlardı.”(sf:41)
Hiç değişmeyen bu aynılık ve düşüncenin baskısındaki işkence çok öldürücüdür. Mekânsızlık ve zamansızlık içinde geçen süreyi ölçememe, somutlaştıramama, çıldırtacak derecede aynı nokta çevresinde dönüp dolaşan insan düşüncesinin yiyip bitiren ve yıkıma sürükleyen bir sürece kapı açan bu durumunda yıpranan Dr. B.’nin konuşmaları tutuklaşır, kekemeleşir, gücü azalır. Ağzından bildiklerini kaçırabileceği korkusu güçlenir ve dayanılmaz bir hal alır. Öyle bir an gelir ki hiçliğin kendini boğmasından kurtulmak için her şeyi söyleme kararında, avazı çıktığı kadar bağırır. “Beni sorguya götürün!”(sf:43) Ama sesi ya duyulmaz, ya da duymazlıktan gelinir, feryadı yanıtsız kalır.
Çözülmenin eşiğindeki Dr. B.’nin bu eşiği aşmasını, bir gestaponun kaputunun cebinden çaldığı satranç kitabı engeller. Satranç oyununa ait, yüz elli şampiyonluk oyununu bir araya getiren bir seçkiden başka bir şey olmayan kitap, sonrasında Dr. B.’nin kurtuluşunun anahtarı olur. Satrancın dilini çözen, kitaptaki oyunların formüllerini de öğrenen Dr. B. on dört günü sonunda kitaptaki her satranç partisini ezbere, teknik terimle körleme oynar duruma gelir. Yaşamı anlam kazanır. Anlam kazanan süreç hiçliğini yıkan darbelere dönüşür. Çözüleceğine olan korkusu, korkunun yarattığı kaosu da yavaş yavaş ortadan kalkar. Satranç oyunu gelecek zor günlere karşı geliştireceği yaşamsal güdüleyici gücü olur. Ünlü satranç oyuncularının oyununa yansıyan kişilik özelliklerini çözmeye başladıkça da, satranç oyunuyla, kendisine yönelik sahte tehditlere gizli tuzaklara karşı savunma konusunda yetkinleşir. Kazandığı dirençle sorgular sırasında hiç açık vermez.
Kitaptan öğrendikleriyle ancak iki buçuk ay idare edebilen Dr. B. bu sürenin sonunda ölü bir noktaya gelip dayanır. Satrancın heyecan verici, güdüleyici durumu sona erer. Çünkü her hamlesini ezbere bildiği oyunların daha açılış hamlesini yapar yapmaz sonraki bütün akışı ve hamleleri içinde çözüp karşı hamleleri planlayabildiğinden, deneyeceği başka hamleler kalmamıştır; bu durumda kendisini diri tutan gerilimler ve sürprizler de biter. Oysa bu kapalı odada çözülmemek, direnmek için, onun gerilime ihtiyacı vardır. Oyalanmak için iyice içselleştirdiği satranç hamlelerini ve oyuna verdiği dikkatini başka noktalara çekecek, farklı satranç partilerinin bulunduğu başka bir kitaba ihtiyaç duyar fakat bu imkânsız bir şeydir. O zaman yapacak tek bir şey kalmaktadır, eski oyunların yerine yenisini icat etmek ya da kendisine karşı oynamayı denemek. Direnmek için yeni oyunlar ve yeni taktikler gerekmektedir. İşte burada yaşamsal güdüleyici gücünü kaybetmemek ve direncini devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu veriyi, kendisini karşısına alacak, kendisine karşı oynayacak yeni bir taktik yaratmayla kazanmaya başlar. İşte öykünün soluk kesen temposu asıl bundan sonra hep tepe noktasında işler. Bundan sonrası, faşizmin insan psikolojisi üzerindeki yıkımda oynadığı rolü anlatması bakımından oldukça düşündürücü ve muhteşem bir anlatıdır.
Kişiliğiyle düştüğü ruhsal çelişkiler, modernleşen insanın psikolojik problemlerinin de kaynağıdır. Şizofreni, kişilik bölünmesi, kaygı, bunalım sıkça rastladığımız psikolojik rahatsızlıklardandır. Akılcı davranan, neden sonuç ilişkisini kurabilen güçlü karakter yapısındaki insanlar bu tür sorunların üstesinden gelmekte sıkıntı yaşamazlar. Dr. B. aslında bu neden sonuç ilişkisini kurabilen biridir, bu yüzden dayanma gücünü yitirmemiştir. Başladığı noktaya geri döndüğü yer eşiktir, eşiği aşmak için gerekli olan amacı da aracı da kendisinden yaratmaya karar verir.
“Eski oyunların yerine yenisini icat etmek zorundaydım. Kendi kendimle veya daha doğrusu kendime karşı oynamayı denemeliydim.”(sf:52) Dr. B. bu bilince vardıktan sonra satrancın gerektirdiği çifte düşünceyi bilincinin mutlak anlamda ikiye bölünmesini sağlayarak yapar. “… çevremi saran o korkunç hiçliğin altında ezilmemek için.”(sf:53) Bu durum zorunludur, aksi halde yok olacaktır. Hiçliğin altında ezilecektir. Bu zamana kadar bütün yaşadıkları da boşa gidecektir.
Psikolojik bir rahatsızlığın bir oyun içinde, oyunun dünyasıyla ilişkilendirilerek, edebi dilin zenginliğinde anlatılmasında olayın içine çekilen okur, anlatıcı karakterle birlikte Dr. B.’yi dinlerken merak ve heyecan fırtınasının içinde nefessiz kalmaktadır. Zweig bu öyküde kişilik bölünmesini rahatsızlıktan çok, olumsuz koşullarda hayata anlam vererek ayakta kalma başarısının kaynağı olarak sunuyor okura.
“İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey gerilimsiz bir durum değil, daha çok uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. İhtiyaç duyduğu şey ne pahasına olursa olsun gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlam çağrısıdır.” diyor Victor Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabında. İşte Dr. B. de içinde yaşadığı durumda kendisinden beklenilen çözülmeyi önlemek için kendisine gerilim yaratacak bir çabaya girişiyor.
“Bir tür çifte düşünme eylemi, bilincin mutlak anlamda bölünmesini, beynin işlevinin sanki mekanik bir aygıtmışçasına istendiği zaman açılıp kapatılabilmesini koşul kılar. (…) İnsanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesi üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur.”(sf:53)
Hiçliğin altında ezilmemek, hastalıklı bir ruhsal durumun tutsağı olmamak için bir çıkar yol olarak gördüğü bu durum, beynin kendisine yönelik başka denetimleri olanaksız kılacak bir gerilim istemektedir. Üstelik bu öyle bir gerilim insanın kendi kendisine meydan okumasını da gerekli kılmaktadır.
Zweig, tutkuyu ve sabırsızlığın gerilimini anlatırken okuru olayın içinde tutmayı çok iyi başarıyor.
Öyküyü okurken, kendine karşı meydan okumayı da gerektiren şizofrenik bölünmenin yarattığı gerilimde Dr. B.’nin sadece imgelem dünyasında oynadığı satranç oyunlarında, kendisiyle rekabet halinde oluşunun, doktorda yarattığı fiziksel gerilimi birebir yaşıyoruz.
Aylarca yalnızlık işkencesiyle karşı karşıya kalması sonucunda öfke birikimi yaşayan Dr. B. bu öfkesini kendisiyle savaşan öteki “ben”ine boşaltmaya başladığı andan itibaren oyun heyecanı manik noktaya yükseliyor. “Oyundan alınan zevk bir oyun tutkusuna, oyun tutkusu bir oynama zorunluluğuna, bir maniye, çılgın bir öfkeye dönüşmüştü,”(sf:57) ve Dr. B. uykularını da oyuna feda etmeye başlıyor. Oyun konusunda kesintiye uğramaktan, dolayısıyla sorguya götürülmekten son derece rahatsız oluyor. Yemek yemeyi dahi unutuyor, sadece korkunç bir susuzluk duyuyor. Bütün zamanını dolduran oyun yüzünden sürekli hareket halinde olmanın dışında birbirini sürekli kışkırtan benlerinin, birbirlerine yönelttikleri öfkesi sövmelere, bağırmalara, kızgınlıklara kadar uzanıyor. Kendi kendisiyle çatışmalı ortamın gerginliği saplantıya dönüşüyor. Bu durumu Zweig doktorun ağzından; “aşırı tinsel yüklenmenin bütünüyle patolojik bir biçimi, (…) satranç zehirlenmesi” olarak niteliyor. Patoloji anormal davranışları ya da durumları içeren bir tıp terimidir. Psikopatoloji de ruhsal durumların bozulması ile ortaya çıkan durumların tanımında kullanılan bilimsel terimdir. Ruhsal gerilimlerin yarattığı patolojik durumu anlatmak için Zweig’ın kendinden emin olarak kullandığı “patolojik” terimi konuya son derece hâkim olduğunun da göstergesidir. Zaten Czentovic için kullandığı monoman, McConnor için kullandığı megolaman sözcüğü de bu hâkimiyetin kanıtlarındandır. Üstelik bu sözcükler öykü bütünlüğü içinde son derece edebi bir biçimde kullanılmıştır.
Dr. B. her iki kişiliğiyle girdiği satranç savaşında kendisini yenmek zorundadır, çünkü yenilmek demek aynı zamanda sorguda çözülmek demektir. Öyle bir zaman gelir ki Dr. B. artık sorguyu, kendini, içinde bulunduğu ortamı düşünemez hale gelir. Kendisiyle giriştiği kıyasıya savaşının bedeninde ve ruhunda yarattığı tahribata dayanamaz, kriz geçirir. Gözlerini hastanede açar. Geçirdiği kriz, aslında beyin yorgunluğudur. Baskının ve aşırı düşünmenin, zihni sürekli meşgul eden bir sorunsala çözüm arayışlarının yarattığı krizdir. Rahatsızlığı, yatırıldığı hastanedeki doktorun da yardımıyla hücre hayatının son bulmasını sağlar ve hiç beklemediği bir anda, on dört gün içinde ülkesini terk etmesi koşuluyla serbest bırakılır. Bundan sonrası yersiz yurtsuzluktur ve doktorunun kulağında çınlayan öğüttür; bir daha asla satranç oynamaması gereklidir, çünkü satranç zehirlenmesi hastalığı tekrar başlayabilir.
Bindiği gemideki tesadüfler sonucunda ilk defa bir satranç tahtasında ve gerçek bir oyuncuyla karşı karşıya gelen Dr. B.’nin kendini tutamayarak oyuna müdahale etmesi ve sonrasında da teklif edilen karşılaşmayı kabul etmesinin asıl nedeni yaşadıklarının sağlamasını yapma isteğidir.
“O zamanlar oynadığım yüzlerce ve belki de binlerce oyun, gerçekten bilinen türden satranç partileri miydi, yoksa sadece bir tür düşsel satranç mıydı, rüyada hep olduğu üzere, bütün ara alıştırmaların atlandığı, hastalık ürünü bir oyun muydu? (…) yoksa artık delilik miydi, o zamanlar tehlikeli bir uçurumun kenarına mı gelmiştim, yoksa içine düşmüş müydüm -bunu, yalnızca bunu bilmek istiyorum.”(sf:66)
Öykünün bundan sonrası kendisini denemek için oturduğu oyunun Dr. B.’yi nasıl yaraladığını, nasıl yeniden, hücresinde geçirdiği olumsuz günlerin sinirsel gerginliğine sürüklediğini okuyoruz. Hücresindeki kazanma hırsıyla oyuna saldırırken olanların farkına vararak kendini frenlemesi, oyundan çekilmesi ise güçlü karakterinin bir göstergesidir. Dayanma gücüne yeniden tanık olduğumuz Dr. B. işkenceyi yendiği gibi, hastalıklı durumlarında üstesinden gelmeye kararlıdır. Yine eski günlerdeki gibi entelektüel, kendisine güvenilen, yaşama anlam yüklemesini başarabilen insandır. Patolojik durumlara yenilmemiştir, yenilmeyecektir.
Czentovic’se bildiğimiz günlük hayatın tekdüzeliğine yenilmiş, kendinin birey olarak var edememiş insan tipidir. Varoluş nedeni olan satranç, devamlılığını sağlayan bir olgudur ama insan olmasını sağlamamıştır. Yenilgiye tahammülsüzlüğü, kazanmak için bütün benliğiyle gösterdiği çaba yok olmamak içindir. Çünkü satranç oyununda kaybetmesi demek onun tekrar, insan içine çıkılmaz halde bulunduğu köyüne gömülmesi, ölmesi demektir. Oysa Dr. B. kendine karşı verdiği savaşı kazanarak kendini yeniden yaratmış, kişiliğini zedeleyen hiçbir olumsuz duruma düşmediği için de savaştan zaferle çıkmıştır.
Kim bilir belki de Zweig’ın, Dr. B. karakterinde temsilini sağladığı şey aslında çok değer verdiği ve yeniden dünyaya hâkim olacağına inandığı, hiç umudu kesmediği Avrupa Uygarlığıdır. O yüzden kendine hâkim olmayı başarabilip, Mirco Czentovic karakteriyle temsil edilen, ne pahasına olursa olsun kazanmaya odaklı gözü dönmüş faşizm karşısında, bir kez daha kendini yok etmeye giden oyunu bitirebilmiştir. Olacakları, iradesinin gücüyle yönlendirebilmiştir. Oyunun sonundaki mesaja göre; insanlık kayıplarının ağırlığına rağmen faşizmi yenecektir. Zweig’ın insanlığa olan inancı hiç kaybolmamıştır.
Son yazdığı öykü olan Satranç’ta olumlu mesaj verdiği halde, Zweig’ın kendi karamsarlığını yenmesi ne yazık ki mümkün olamamıştır ve yine ne yazık ki, son mektubunda yazdığı, tanın kızıllaşacağına dair koruduğu umudu, yaşamına son vermesini engelleyememiştir. Yersiz yurtsuzluğunun ağırlığını taşıyamayan kalbi huzur bulamamıştır.
“Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” (Zweig’ın son mektubundan..)
Satranç, Stefan Zweig
Almancadan çeviren Ahmet Cemal
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
III. Basım Eylül 2013 77 sayfa
Manşet İllüstrasyon: Katsiaryna Dubovik