Adını koyamadığımız, cümlelere sığdıramadığımız, karın boşluğumuzda genleşmeye başlayan mutluluğun bedenimizi sardığını hissettiğimiz anlar vardır. Susmak gerek. Onu anlatacak kelimeler anı rendeleyerek parçalara ayırır. Bu yüzden yakaladığımız o taze bütünlük hissini tutamayız. Bir bardak suyu ellerimizle kavramaya çalışmak olur bu. Sessizliği hazmetmeliyiz. Bırakmalıyız, akıp gitmeli zaman. Zaten o yüreğimize dolup dolup taşan hissin büyük bir bölümü bilinmezlikle örülmüştür. Onu bu kadar yoğun kılan şey de sonsuz zamanın içinde bir bilinmezlik olmasıdır. Tüm pozitif bilimlerin “değişmez” denilen kullarına harfi harfine uyan dünyanın katı gerçekliği tekrar bilinç alanımıza girene kadar tüm evren birmiş gibi görünür. Hayatın gerçekliği içinde böyle anlara yer yoktur.
Sonunda bulutlar dağılır. Mevsim değişir. Koca ihtiyar güneş bizden uzaklaşır. Ocak ayının yağmursuz, karsız, kuru, soğuk, güneşli bir öğleden sonrasındayken, geçmişi anımsayıp o anda hissettiğiniz duyguları tekrar yaşamak için zorlarsınız kendinizi. Kaosun sonsuz örüntüsü içinde bazı anılar birbirini andırıyor olsa da hiçbir şey ikinci kez tecrübe edilememiştir. Her biri, yaşamın ardından gelen mutlak ölüm gibidir. Tıpkı ölüm gibi bu anlara tanıklık edenler asla onu ifade edemezler. Kaldı ki, ifadeye etmeye kalkışmak ana ihanet etmek olur. Hiçbir an böylesi bir ihaneti cezasız bırakmaz.
Olsun. Yine de ince çekilmiş bir kahve içmek bize hiçbir şey kaybettirmez. Her gün saat 18:17’de nereden çıkıp geldiğini bilmediği o huzursuzluğu tanımlamaya çalışırken o “an” arkasından geçip gitti. Nasıl olur? Bir “an” insanın ardından sessizce geçip gidebilir mi? Ayak seslerini, kokusunu, bir tül inceliğiyle sırtımıza dokunan rüzgârını duyabilir miyiz anın? Geçti gitti işte, biliyordu. Başını çevirip bakmak anlamsızdı. Onu göremeyeceğinden değil, onun orada olduğunu adı kadar iyi bildiğinden. Kim ardından geçip giden güzel bir “an” ile karşılaşmak ister ki? Ne geçmişe, ne de geleceğe ait olan bir an daima acı verir. İnanmazsanız anımsayın ya da düşleyin. Siz o “an” için doğru zamanı ve doğru mekânı bulana kadar kaybolacaktır. Hiçbir duman ateşine geri dönmemiştir. Kahvenizi içmeye devam edeceğinize yemin ederim.
Yerinden kalktı. Adımlarını hesapladı. Sadece beş adım. Sonra kahve barının önünde olacak. Beş adımın her birinde dönüp “an”a bakmak isteyeceğini biliyor. “Anın büyüsüne kapılmak” denilen şey bu olsa gerek. Bakışlarını yedi güçlü aygır çekiyordu “an”dan yana. O ise iplerin elinde olduğunu kendine kanıtlamak istiyor, var gücüyle tutuyordu gözlerini. Neredeyse maddeleşmiş bir mutsuzluk gidip masasına oturmuştu bile. Karıncalı bir televizyon ekranı gibi ha netleşti, ha netleşecek. Sakın! Sakın çevirme başını! Hangi yöne olursa olsun o mutsuzluğa bakmak yıpranmış bir kumaş inceliğindeki ruhunu parçalara ayırır. Şimdi sakince geçmesini bekle. Gerekirse otomatik kapı açılana dek ömrünce sade kahve içeceğin gerçeğiyle yüzleş. Hepimizin kırmızı çizgileri var.
Bu sandığınız kadar kolay değildir. Kaçıp gitmek onun da aklına gelmiş olmalı. Oysa “mutluluk” gibi başı sonu belirsiz, neye benzediğini bilmediği bir şey söylenmişti o “an”. “Mutluluk.” Ne anlamalıydı bundan. İşte burası kelimeleri kullanmanın her şeye ihanet edeceği an. Kalkıp sütlü bir kahve almanın vakti geldi.
Adımlarını attığı zemin giderek yumuşuyordu. Karnından ağzına doğru sıcacık bir heyecan kaynıyordu. Tabanlarında bir sürü yastık. “At kendini yere,” diyor. “yeter artık!” Dayanamadı işte! Dönüp baktı. Gördüğü ise boş bir sandalyeden başka bir şey değildi. İçeri girmiş olmalı. Kahve barından başka bir yere bakarsa yanardı. Kalan bir canını burada harcamak ne kadar mantıklı? Kahve tezgâhından ayırma gözlerini. Çok yakında. Yine o tül inceliğiyle esen rüzgâr “an”ın kokusunu getiriyor bu kez burnuna. Çok yakında. Sakın ayırma gözlerini tezgâhtan. Tek yapman gereken hepsini unutup sütlü kahve demek.
“Sütlü kahve.”
Bardaki adam duymadı.
“Sütlü kahve.”
Ama o sütlü kahve içmezdi. Söylemiştim bunu size, -ki siz bilmezsiniz o şeytanın tekidir. Kendini bile kandırır. Bu bir oyun değil. Tül inceliğiyle saçlarının arasından sızıp…
“Sütlü kahve”
Asla!
Bırak şamatayı içmezsin sen onu. Ya süt olmalı ya kahve. Ya ak olmalı ya kara. Ya iyidir ya kötüdür. Antik Yunan’ın yedi kutsal bilgesi toplansa da ikna edemezler onu ölçülü olmaya. Kırmızı çizgileri var onun, karıncalı televizyonlar gibi ha netleşti ha netleşecek.
Kahve barında oturanlar işitti onu. Belki de anın büyüsüne kapılacağını düşünüp üzüldüler onun için. Oysa ifadesiz gözlerinden sıvı çapaklar gibi katı gerçeklik akıyordu. Bardaki adam onu duymadı.
“Affedersiniz!”
Tekrarla. İnandır kendini. “Koyu, sert kahve.” Mümkünse mekânın en sert kahvesi. Kalp krizlerine yol açacak derecede sert ve koyu bir kahve. Tekrarla. Tekrarla ve inandır kendini. Bilmezsin şeytanın tekisindir sen! İnandır kendini. Bağır! Haykır! Daha yüksek!
“Sütlü kahve!”
Sessizlik… Biri bir çekirdek çitlese sağır olurdu herkes. İnsanın yüreğini ellerine alıp var gücüyle sıkan bir sessizlik bu. Ellerinde yüreğin yumuşak dokusu. Bir kavanoza hapsedilmiş karasineklerin değersiz çırpınması gibi atan bir yürek… Herkes ona bakıyordu. Oturanlar, kalkanlar, yeni gelenler, gidenler, dışarıdakiler, az ötedekiler… Hatta o an tuvalette olanlar bile bu sesin yol açtığı sessizliği düşünüyorlardı. Çıktıklarında onu göreceklerdi. Hiçbirinden kaçamazsın artık. Zihinsel ve fiziksel varlığın doğum yapan bir kadının çığlıklarıyla yükseliyor anın içinde. Zamanı ve mekânı yırtıp geçiyorlar.
Kimse görmesin diye siyah kot ceketinin ceplerine soktuğu elleri bir yumruk halini almışlardı. Hepsi onun suçu. Gitsin artık o “an”. Oysa aykırı bir şeyler yapmak gerekiyordu. “Sütlü kahve” gibi. Geri dönemem, geleceğe akıp gidemem. Aidiyetsiz güzel bir “an” çevremde dolanırken olmaz. Öyleyse yıkıl…
İşte oluyor. Sarsıntı başladı. Sessizlik bozuluyor yavaş yavaş. Uğultular yükseliyor mekânın içinde. Bardakilerin sandalyeleri titremeye başladı. Tezgâhın üzerinde duran kahvelerin yüzeylerinde giderek büyüyen halkalar oluşuyor. Tuvalettekiler bile tedirgin artık. Barın öte yanında, raflara dizilmiş kahve kavanozları teker teker düşüyor yere. Çıplak bir duvar beliriyor artlarında. Duvarda belli belirsiz bir çatlak. İnsanlar kaçmak için vakit bulamıyorlar. Oysa nereden bilsin bulunduğu konumun 38°23’37.6″N 27°01’22.9″E olduğunu. O an bu meridyende bulunan tek kişi o. Çatlak, duvardan zemine iniyor. Zeminde ilerleyip eskimiş ayakkabılarının altından akıp gidiyor.
Büyük bir gürültü… Bu kez karın boşluğunda genleşerek büyüyen bir huzursuzluk var. Boyuna düşüyor karanlığın içine. Daha gözleri alışamadan kendini önce ölümcül sıcak lavların yanından geçerken buluyor. Bu kez gözlerini açamayacak derecede aydınlık var. Sonra tekrar karanlık… Vazgeçip bırakıyor kendini. Derken yine, sonsuz sessizlik… Doğru kelime “sükûnet”.
Gözlerini açtığında sert bir yumrukla ikiye bölünmüş sulu bir elmaya benzeyen dünyayı gördü. Uzay mekiği ile bağlantısını kendi elleriyle kesmiş ve kendinden uzaklaşan dünyayı seyreden bir astronotun pişmanlığı vardı içinde. Ağzında ise iki kelime… Kendine koca evrenin boşluğunda bir yankı bulamayan iki kelime:
“Sütlü kahve.”
Oysa dünya üzerinde sütlü kahve söylediği için pişman olan yüzbinlerce insan vardır. Bunun geri dönülmez bir hata olduğunu bilemezdi. Her şey bir “an”da oldu. Gelip dokunmuş muydu ona tül inceliğindeki elleriyle? Bütün bu hengâmenin suçlusu o muydu? Düşünmenin hiçbir manasının kalmadığı koyu karanlığın içinde, döne döne uzaklaşıyordu. Önce kendinden, en çok da dünyadan… O parçalanmış sulu elmaya benzeyen mavi-yeşil şey hiçbir zaman bu kadar değersiz görünmemişti. Şimdi, bu anın içinde, sürekli huzursuzluk veren, içinden geçtiği her şeyi parçalayan zamanın ritmini yitiriyordu. Kulaklarında yalnız kan dolaşımının uğultusu vardı. Bir de hayal meyal duyduğu yankılı bir ses… Bir şarkı gibi. Büyük patlamanın yankılarının hâlâ evrenin sonsuzluğunda dolaşıp durduğunu okumuştu. Büyük patlama bir şarkıysa eğer, melodisinden ayrıştırmaya çalıştığı kelimeler o şarkının sözleriydi. “Just a perfect…” Sonra bir şey oldu.
Her şey biçimsiz bir yapbozun parçaları gibi birleşmeye başladı. Ta ki o kahve barının önündeki sessizliğe dönünceye dek… O an ağzından bahar sonu kelebekleri gibi iki kelime uçup gitti.
“Evet, sade.”
Çevresinde dolanıp duran o “an” gitmişti. Buna sevinmek mi gerek? Onu alıp hayatının bir bölümüne koyamaz mıydı? Sonra kendi kendine fısıldadı “Hiçbir duman dönemez ateşine.” Olsun. Yine de ince çekilmiş bir kahve içmek bize hiçbir şey kaybettirmez.
11 Ekim 1991’de Manisa Sarıgöl’ün Omurca köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladıktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e göç etti.
2013 yılında senaryosunu yazdığı “Özür Dilerim” adlı kısa film Line Tv’de, “Kısa Bir Ara” adlı programda gösterildi.
2014 yılında “Bir Dağ İki İnsan” adlı oyunuyla Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” kazandı. Oyun, 33. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte sahnelendi.
2015 yılında “Türkiye’de Kadın Olmak” konulu 15. Genç Beyin Fırtınası Yarışması’nda yazdığı kamu spotuyla birincilik ödülüne layık görüldü.
2016 yılında “Yüz Dolarlık İnsanlar” adlı oyunum ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Övgüye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazındı. Aynı yıl “Gecenin Sırtında” filminin senaryosunu Doğuş Algün ile birlikte yazdı.
2017’de “Güneş Doğudan Battı” oyunu ile Suat Taşer Kısa Oyun Yarışması’nda “Sahnelemeye Değer Oyun Ödülü” almaya hak kazandı. Oyun, 36. İzmir Uluslararası Tiyatro Günleri kapsamında dört kısa oyun ile birlikte “Özdemir Nutku” salonunda sahnelendi.
Ocak 2017’den TRT Türkü’de yayınlanan “Türkü Çınarı” isimli programın yapımcılığını ve metin yazarlığını, TRT Nağme’de yayınlanan “Musiki Ustaları” programının metin yazarlığını ve TRT Radyo 1’de yayınlanan “Bir Takım İncelikler” programının metin yazarlığını ekip arkadaşları İbrahim Alp Okur ve Zeliha Çiçek ile birlikte sürdürdü.
2018 yılı Ocak ve Ağustos ayları arasında itibariyle TRT Radyo 1 “Duy Sesimi” programramının metin yazarlığını üstlendi.
Öykü Gazetesi, Deliler Teknesi, Varlık Dergisi ve çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı.
Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları, Dramatik Yazarlık – Dramaturgi A.S.D’nda öğrenimine devam ediyor.