Varlık dergisinin “Kanaat Toplumunda Yaşamak” dosyalı Kasım 2018 sayısı çıktı.
Tanıtım bülteninden:
Varlık’ta Bu Ay
Dosya: “Kanaat Toplumunda Yaşamak” − Nilgün Tutal, Sarphan Uzunoğlu, Aydın Çam, Korkmaz Alemdar
Kültür Gündemi: 20. Yılında Eskişehir Film Festivali − Serhat Serter, İncilay Cangöz
Edebiyat Gündemi: “Selim İleri Sözlüğü” − Murat Batmankaya
Yazı: Sonbahar Güncel Sanat Sezonundan İki Güçlü Sergi (Rumeysa Kiger) − Devrim Erbil Resminde Ağaçlar (Yalın Alpay) − Edebiyatın Ufak Tefek Yararları Üzerine (İrem Kargıoğlu) − “Kopoy”dan “Ajar”a Barış Andırınlı’nın Kendine Saklanan Tenha Kahramanları (Hande Balkız) − Cumhuriyet Döneminde ‘Erkekliğin’ Hastalıklı/Patetik Hallerine Açılan Bir Roman Örneği: Mehmet Rauf’un “Kâbus”u (Tamer Kütükçü) − Sinema ve Edebiyat: Turgut Yasalar ile Söyleşi (İsmail Doruk) − Tiyatronun Köşetaşları: Zihni Göktay ile Söyleşi (Burak Süme) − Metnin Yapılandırılması (Feridun Andaç) − Okurken (Sabit Kemal Bayıldıran) − Yeni Şiirler Arasında (Şeref Bilsel) − Yeni Öyküler Arasında (Jale Sancak)
Şiir: Sir Philip Sidney, Hüseyin Yurttaş, Kenan Sarıalioğlu, Osman Serhat Erkekli, Nazmi Ağıl, Hülya Deniz Ünal, Hüseyin Akın, Elçin Sevgi Suçin, Engin Sustam, Selma Cengiz, Ayşen Sarıbaş, Murat Narcı, Örsan Gürkan
Öykü: Zafer Doruk, Alper Beşe, Müge Oskay, Hürer Ebeoğlu, Hakan Unutmaz
Desen: G. Öykü Doğan
Varlık Kitaplığı: Uçan Kız Volante – Karin Karakaşlı (Ayşe Yazar) − Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları – Raşel Meseri (Haluk Göl) − Kapitalizmin Tarihi – Jürgen Kocka (Gülden Can) − Terkediş – Abdulrazak Gurnah (Hazal Bayat) − Ku’yu – Ahmet Bozkurt (Soner Demirbaş) − Gültekin Emre ile “Sere Serpe” Üzerine Söyleşi (Mevlüt Ceylan) − Willnot Kasabası – James Sallis (Tolga Aras) − Küresel Haberler (Zeynep Şen)
Varlık bu ay da Güncel Sanat, Edebiyat ve Sinema, Tiyatronun Köşetaşları, Yeni Şiirler / Öyküler Arasında, Şiir Günlüğü, Küresel Haberler köşeleri ve son çıkan kitapların tanıtıldığı Varlık Kitaplığı bölümüyle okurlarıyla buluşuyor.
“Kanaat Toplumunda Yaşamak”
Kasım dosyamızda “Kanaat Toplumunda Yaşamak” temasını ele alıyoruz. Demokrasinin varlık nedenini oluşturan kanaatlerin ekonomik, medyatik ve politik erklerce kamusal işleve indirgenmesinin yarattığı sorunlarla çalkalanıyoruz. Kanaatler önemli, modern insan düşünerek varlığını kazanan bir insan, ama düşüncesi medyatik ve politik kanaat inşasının içinden biçimleniyor ve bunun dışında başka bir şey ifade etmez hale geliyorsa gerçek sorun burada başgösteriyor demektir. Reinhart Koselleck’in tespitlerine dayanarak kanaatlerin, inanışların nasıl olup da modern devletin denetimi altına girdiğine bir bakmak yararlı olur; ardından Carl Schmitt’in hangi anlamda iktidara meşruluk zemini oluşturması gereken kamuoyu görüşünün erkin alkışlanması ve coşkuyla kabulü oluşunun kamusal bir fonksiyona dönüştürülerek yok edildiği hakkındaki düşüncesine kulak verelim.
Reinhart Koselleck Le règne de la critique’de Hobbes’un insanı iki parçaya ayırdığını; bir yarısının özel, diğer yarısının kamusal olduğunu belirtir. Bu ayrım uyarınca eylemler ve edimler tümden devlet aklına boyun eğer; inanç, giz ve sır serbesttir. İnsan sırrın, mahremin, gizlinin alanında ancak insan olabilir, insan sadece özne olduğundaysa yurttaştır. İnsan özne olarak devlete boyun eğme borcunu yerine getirdiği ölçüde, devlet onun özel yaşamına, sır alanına karışmaz, müdahale etmez. Bu bağlamda Koselleck’e göre Aydınlanmacıların hareket noktasını insanın bu ikili kavranışı oluşturur (1979, s.32). İnsanın özel ve mahrem alanı tarihsel süreçte değişim geçirip, yok olmaya yüz tutarken kamusal alana dönüşecektir. Bu dönüşümün temellerini John Locke atar. Locke’a göre üç tür yasa mevcuttur: günah ya da ödevi belirleyen ahlaki yasa; suç ya da masumiyeti belirleyen sivil yasa, yani devletin yasası; ahlaksızlık ve erdemi ölçen felsefi yasa. Hobbes’un devletin kontrolünden azade ettiği özgür içerisi, mahrem olan ve insanı insan yapan gizem ya da sır Locke’un felsefi yasanın takdirine bıraktığı alandır. Locke hem inanışların hem de eylemlerin özgürce tartışıldığı kulüplerde oluşan toplumda bir araya gelen yurttaşların felsefi yasanın hükmü altına girmesi gerektiğini düşünür. Locke felsefi yasaya kanaatin yasası, geleneğin yasası, tikel varlığın sansürü yasası adını verir. Yargılarıyla ahlaki yasayı belirleyecek olan yurttaşlardır. Bu durumda artık ahlak biçimsel bir ahlak olmaktan çıkar, devletin mutlakiyetçi iktidarına boyun eğmez ve devletin yasalarını eleştirir. Bu bağlamda özellikle 18. yüzyılın sonunda yurttaşlar bedenler ya da düzenler, yani yığınlar ve kalabalıklar olarak değil bireyler olarak kavramlaştırılır. Mahrem, özerk alanlarda burjuvazi sivil özgürlüğe yaşam verir. Koselleck bu kamusal özel alanın sahip olduğu mutlak özgürlük sayesinde hakikati ortaya çıkaran eleştirel sürecin yaşam bulabildiğine işaret eder (1979, s.76). Burjuva devrimiyle birlikte her şeyin politik ya da politika olduğu görüşü egemen olmaya başlar; devlet aklı halkın ya da kamunun kurtuluşu önermesinin yerine egemence oturur, kamunun iradesinin simgesi olan kişinin denetiminden artık hiçbir şey kaçamaz. Modern totalitarizmin mottosu da bundan başka bir şey değildir. Kamunun, halkın iradesi mutlaklaşır, hiçbir istisnaya yaşam hakkı tanımaz ve ulusun efendisi haline gelir. Ahlak ile politiğin ne olacağına, ne olması gerektiğine artık bu egemen karar verir. Eylemler gibi inançların da güdülmesi gerekir. İnanç da eylem de kurgusal bir birliğe dönüşsün diye devlet aklı, kamu iradesi olarak halka doğru yolu gösteren tek kerte haline gelir. Kamuoyu görüşü ya da kanaat ideolojikleşir; inanç ya da kanaat sadece bu kerte tarafından inşa edildiği için hüküm yerine geçer. Kamunun bu inşa edilen kanaat ya da inanış dışında başka bir şey düşünmesi beklenmez; böylesi bir durumda sansüre hak verilmiş olur. Koselleck’e göre mutlakiyetçilikten modern tipte bir demokrasiye geçiş bireye tanınan özgürlük alanının daralması ve yok edilmesi pahasına olmuştur. Devletin egemenliği, yasası altında hükme konu olan artık sadece bireyin eylemleri değil, aynı zamanda inançları ve kanaatleridir. Demokratik modelin 2000’li yıllardan bu yana daha da derinleşen krizi bireyin özgürlük alanının gittikçe daha fazla kan kaybetmesiyle ortaya çıkmış bir krizdir. Sandro Landi’ye göre (2012) Carl Schmitt La théorie de la Constitution’da demokrasiyi kanaatlerin değiş tokuş edilişiyle ortaya çıkan kamuoyu görüşünün egemenliği olarak tanımlar, kamuoyu görüşünüyse alkışın, kolektif coşkunun ve pohpohlamanın modern biçimi. Landi (2012, s.16) Schmitt’ten kamuoyu görüşü ya da kanaat dediğimiz şey hakkında şu alıntıyı yapar:
“Kamuoyu görüşü/kanaat alkışın modern biçimidir. Bu belki de yaygın bir şeydir, ama yarattığı sorunu ne sosyoloji ne de kamu hukuku çözümleyebilir. Kamuoyu görüşüne özünü ve politik önemini alkışlar, kolektif coşkular verir. Kamuoyu görüşü olmadan ne demokrasi ne de devlet mümkündür, nasıl alkışlar, kolektif coşkular olmadan devlet de mümkün değilse. Kamouyu görüşü doğar ve yaşamını ‘düzensiz bir şekilde’ sürdürür. Tıpkı alkışlar ve kolektif coşku gibi bir tür kamusal işleve dönüşecek olursa doğasını yitirmiş olur.”
Habermas kamusal alan, kamuoyu görüşü dediğinde geleneksel kodlara tartışmasız boyun eğişle, ataların söylediklerinin harfiyen ve nedeni sorgulanmadan yerine getirilişiyle oluşan kamuoyu görüşü yasası ya da kanaat yasası denilen tarihsel olguyu görünmez kılar, 18. yüzyıl burjuva toplumsal düzenine özgü kamusal alanda farklı ve çatışmalı bakış açılarının sözün ve aklın kurallarına uygun olarak tartışılmasıyla vücut bulan kamuoyu görüşünü ön plana çıkarır. Oysa Habermas’ın görmek istemediği, hatta bile isteye üstünü örttüğü ilkinin, yani kanaat ya da kamuoyu görüşü yasasının, nomos’un çağımızda baskın çıktığını söylemek yanıltıcı olmaz.
Dosya konusu çok boyutlu, içine girildikçe dallanıp budaklanıyor. Elimizden geldiğinde dört ayrı yazıyla güncel kanaatperverliğin ucundan kıyısından konuya girmeye çalıştık.
İlk yazı Nilgün Tutal’ın: “Hegemonik Kanaatler Çağının Hastalığı: Episteme ve Doxa Arasındaki Kopuş”. Yazıda Tutal halkın görüşü olduğu sanılan doxa’nın her yanı işgal etmesini ve bunun yarattığı özgürlük ve demokrasi sorunlarını ele alıyor. Antik Yunan’da bilimsel bilgi episteme ile doxa henüz çağımızda olduğu gibi zıt iki şeyi temsil etmediğini, dilin ya da sözün çağımızda olduğu gibi zaptedilmediğini işaret ederek, bu tehlikenin farkında olan Antik Yunan’ın dilin zaptedilmesinin önüne geçmek için Logos’un, ortak sözün kamuyu ilgilendiren sorunlara dair bir fikir birliğiyle oluşturulmasını güvence altına almak için yurttaşların eğitiminde retoriği ve poetikayı, yani dilin argüman üretici ve ikna edici stratejilerini öğrenmelerine önem verdiğinin altını çiziyor. Yazıda kanaatlerin egemenliğini akla ve söze karşı dayatmasıyla ortaya çıkan sorunun; insanların kanaatlerle düşünüyor ve hissediyor olmasından öte, kanaatlerin inşasına tüm toplumsal farklılığıyla yurttaşların hepsinin katılmasının gittikçe zorlaşması, yurttaşların ne siyasetçiler ne de medya profesyonelleri kadar dilin retorik ve poetik gücünü kullanmayı bilmesi olduğunun altı çiziliyor.
Sarphan Uzunoğlu “Kanaat Toplumunda ‘Canavarların’ Hızlı Fabrikasyonu” başlıklı yazısında kanaat toplumunda canavarların işlevi temasına odaklanıyor. Yani toplum, siyaset ve medya canavarları nasıl yaratıyor, nasıl işlevselleştiriyor ve kanaatin üretiminde kullanıyor sorularına cevaplar bulmaya çalışıyor. Uzunoğlu yazısında kanaat üretmek için farklı toplumsal figürlerin ve hatta kimi ülkelerin tarihin farklı dönemlerinde farklı yerlere konumlandığını, ama yıllar sonra “normalleşme” ile kanaatlerin bu aktörler lehine değişebildiğini gözler önüne seriyor. Yazıda günümüzde canavarlar olmadan, anaakım bir siyaset anlayışı geliştirmenin ya da bir haber odası yürütmenin artık mümkün olmadığı saptaması örnekleriyle tartışılıyor. Sarphanoğlu canavarlarımızı nasıl ürettiğimizi ve finansal ve siyasal aktörlerin canavarların varlığından ne tür faydalar sağladığını, daha da önemlisi canavarlar olmasaydı bildiğimiz anlamda bir toplumsal yaşamın mümkün olup olmadığını tüm güncelliğiyle sorguluyor.
Kanaatlerin medya ve siyaset evreninde bazı kişi ya da olayların canavarlaştırılarak nasıl üretildiğini ele alan Uzunoğlu’nun yazısındaki tartışma Aydın Çam’ın “Neredeyiz?” sorusuyla sinemada kanaatlerin inşasında ne tür stratejilerin izlendiğini sorgulamasıyla devam ediyor. Çam sinema ve kanaat arasındaki ilişkiyi ele alırken F. Jameson’ın bilişsel “modernlik sonrası dönemde” bireyin dünyayı temsil kadrajları (frames of representations) halinde alımladıkları saptamasına dayanıyor. Yazı, mütehakkim kültürel anlayışın baskısıyla, öznenin dünyaya dair bilgisinin tutarlı bir temsile (çoğunlukla da bir imgeye) bağlandığını belirterek, bireyin gündelik eyleminin de toplumsal gerçeklik içinde değil, toplam yapının küçük bir parçası olarak nasıl anlam kazandığını tartışıyor. Bu yeni gerçekliğin, deniyor yazıda, asla tam olarak alımlanamasa da, sinema, televizyon ya da video gibi yeniden üretilebilir iletişim ortamlarında sembolik çöküntüleri görülebilir. Bu bağlamda yazı, ülkemizde bireyin (makbul bireyin) televizyon ve sinemadaki temsiliyle oluşturulmaya çalışılan bilişsel haritalarının ya da kanaatlerinin nasıl inşa edildiğini gösteriyor.
Kanaatlerin oluşturulmasında episteme ve doxa arasındaki kopuşun rolünün, bilişsel haritalarla dünyayı ve kendimizi algılıyor oluşumuzun ve çağımızda siyasetin iş değil de görünüş üzerinden takdir toplamasında, kimi olay ya da kişilerin canavarlaştırılmasında medyanın siyasetin oyununu oynamasının tartışıldığı yazıların ardından Korkmaz Alemdar “Aklı Veren Kim: Köşede Oturanlar mı, Köşeden Yazanlar mı?” diye soruyor. Yazısında bilginin hızını artık ölçemediğimiz çağımızda geçmişten günümüze Türkiye’de habercilik denince ilk akla gelen köşe yazarlığı kurumunu tartışmaya açıyor. Eskiler hitabeti güçlü, bilgisi az yazarlarken, günümüzde bilginin dallanıp budaklanması sonucunda bilgili yazarların çoğalmasına çok ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Ancak Alemdar bilgiden çok kanaat inşacılığının geçer akçe olduğu ve iktidarın iletişim araçları üzerinde mutlak bir denetim kurduğu günümüzde beklentilerin karşılanmasının çok zor olduğunu belirtiyor.
Ekim dosyasında yalan haber ve siyaseti tartışmıştık. Kanaatlerin oluşumunun ve yapısal özelliklerinin farklı boyutlarını ele alan bu sayının yazıları yalan haber ve siyasetin daha geniş bir bağlamda tartışılmasına imkân verdi. İki dosyanın yazıları bir arada yeniden okunabilir. Batı aklın ve sözün temkinli alanında oluşan kanaatlerin artık her ikisini de hiçe sayan bir yolla nasıl olup da oluştuğunu sorgularken, aklın ve sözün retoriğe güçlüler lehine yenildiği ülkemizde kanaatlerin egemenliği altında yaşamanın ne kadar zor oluğunu her gün yeniden deneyimleyip, yaşıyoruz.
KAYNAKÇA
Landi, Sandro (2012). Au delà de l’espace public: Habermas, Locke et le consenttement tacite. Revue d’histoire moderne&contemporain, 2012/4, sayı: 59-4, s.7-32.
Reinhart Koselleck (1979). Le règne de la critique. Paris: Editions de Minuit.