“Ara Güler’i tanır mısınız? Kim bu soruya kolayca olumlu yanıt verebilir? Kim bir sanatçıyı tanıdığını rahatlıkla söyleyebilir? Özellikle o sanatçının ürünlerini topluca izlemek, incelemek, yapıtlarının asıllarını görmek olanaksızsa. Ne ürünlerinin toplandığı bir müze, ne derli toplu bir albüm, ne de o sanatçıyı tanıtan bir kitap yoksa elinizde?”
Samih Rıfat’ın 2002 yılındaki bu çağrısına yanıt niteliğinde diyebileceğimiz Ara Güler Müzesi, geçtiğimiz ağustos ayında, Ara Güler’in 90. yaş gününde Şişli Bomontiada’da açıldı. Müze fotoğraflarının ve kitaplarının yanı sıra, mektupları, basın kartları, kitap maketleri, fotoğraf makinaları ve diaları gibi kişisel eşyalarından oluşan bir koleksiyonu da içeriyor. Türkiye’de uluslararası niteliğe sahip ilk fotoğraf müzesi olma özelliğini taşıyan müzenin bünyesinde Ara Güler Arşiv ve Araştırma Merkezi (AGAVAM) de bulunuyor.
Restore edilen tarihi bira fabrikası müzeye ev sahipliği yapıyor. Böylece taş binanın yarattığı nostalji hissi ile Türkiye’nin ve dünyanın son doksan yılına tanıklık eden Ara Güler’in koleksiyonu iç içe geçiyor.
Bu kıymetli serginin yalnızca bireysel bir arşiv olmayıp, toplumsal hafızaya ışık tutacağının farkında olan küratörlerinin, hazırlık aşamasında özenle çalıştığı anlaşılıyor. Yaklaşımlarındaki hassasiyeti ve sergiden beklentilerini aşağıdaki gibi açıklamalarını samimi buldum.
“Ve herkesin kendi okumasına olanak verecek bir sergi ortaya çıkması serginin arşivin sadece geçmişle ilgili olmayıp geleceğin inşası için birçok konuya aracılık edecek uzun soluklu bir yolun sacayaklarından ilkini oluşturması temel beklentimizdir. Tıpkı doğasına uygun olarak arşivden de beklentimizin bu olduğu gibi. Ancak bu türden bir arşiv ve sergileme yaklaşımı, Ara Güler’in kolektif hafızanın taşıyıcısı olma sorumluluğunu didaktik olmayan ve imkân yaratan bir alan olarak görmemizi sağlar.”
Girişteki bu karşılama mesajının ardından, kendi okumamı yapmak üzere sergiyi gezmeye başlıyorum. Ara Güler’in kamerasından fotoğraflarının ve kendi ağzından anılarının arasında ustanın dünyasını aralıyorum. Öncelikle fotoğraflarını çektiği insanları içtenlikle kucaklaması ve benimsemesi kendisine duyduğum saygıyı derinleştiriyor. Bir nevi anılarına ortak olduğu insanlarla kurduğu bağı şöyle dile getiriyor:
“Onlar benim için yalnızca fotoğrafı çekilen kişiler değil dünyamı kuran insanlardır. Bende kurdukları dünyanın da güzel bir dünya olduğuna inanıyorum. Her şeyin görselleştiği bu dönemde elimdeki bu malzemenin herkesin malı olması beni mutlu edecektir.”
Dahası bu içselleştirmeyi; mesafeleri, dilleri, dinleri ve zamanları aşarak, dünyada herhangi birine dönüşecek kadar özgür hissettirdiğini gösteren, edebi bir dille de ifade ediyor:
“Merhaba. Ben uzun boylu denizci. Tanıdığınız uzun boylu denizci. Doğuştan Hint-Avrupalı, Ari veya Sami ırklarına mensubum. Sarışınım, beyazım, Habeşim, karayım. Grönland, Kap, Adisababa, Bombay, Sulukule, Sidney, Leningrad, New York, Kanada veya Nagazaki’de doğdum. Adım Petrof, Ferdinand, Hans, Mişel, Fernando, Sotiri, Haçadur veya Mehmet. On altı, yirmi yedi, otuz beş veya altmış yedi yaşındayım. Doğmuş olmam yeterli. Mutlaka bana rastlamışsınızdır. Ben geceleri ıslık çalarak sokakları dolaşan adamım.”
Böylece Ara Güler’in hiç bilmediğim bir yönünü keşfediyorum. Bu satırlar Babil’den Sonra Yaşayacağız isimli öykü kitabından kısa bir alıntı olarak paylaşılıyor. On üç öyküden oluşan bu kitabın aslını Ara Güler’in gençlik yıllarında Ermenice olarak yazdığını öğreniyorum. Ağustos 2018’de Türkçe ve fotoğraflı olarak yeniden yapılan baskısını okumak için sabırsızlanıyorum.
Sergi boyunca vurgulanan önemli bir ayrım, Ara Güler’in kendini bir fotoğraf sanatçısından ziyade bir fotomuhabir olarak görmesi hatta görsel tarihçi olarak kabul etmesi oluyor. Kendi ağzından ifade ettiği gibi:
“Biz aslında görsel tarihçileriz. Biz yaşadığımız devri kaydetmekteyiz. Ben kendimi devrini kaydeden bir tarihçi olarak görüyorum, diğer fotoğrafçılar da hatta amatörler bile bunu kabul etmeseler de kendi devirlerini kaydetmektedirler. Demek ki biz görsel tarih yazmaktayız.”
Serginin üzerimde bıraktığı etki henüz sürerken, ilk uzun metrajlı belgesel yönetmeni olarak kabul edilen Sovyet yönetmen Dziga Vertov’un 1923’te kaleme aldığı bir yazıyla karşılaşıyorum. Vertov’un fotoğraf makinesini konuşturduğu aşağıdaki satırlar, bana aslında Ara Güler’in doğrudan fotoğraf makinesinin kendisiyle özdeşleştiğini düşündürüyor. (Vertov’dan alıntılayan, Berger, 1986, s.19):
“Bir gözüm ben. Mekanik bir göz. Ben, makine, size ancak benim görebileceğim bir dünyayı açıyorum. Kendimi bugün de, bundan sonra da insana özgü o hareketsizlikten kurtarıyorum. Hiç durmadan hareket ediyorum. . . Zaman ve yer sınırlandırmalarından kurtulmuşum; evrenin her bir noktasını, bütün noktalarını, nerede olmalarını istiyorsam ona göre düzenliyorum. Benim yolum, dünyanın yepyeni bir biçimde algılanmasına giden yoldur. Böylece size bilinmeyen bir dünyayı açıyorum.”
Geceleri ıslık çalarak sokaklarda dolaşan adamın öyküsünde tarif ettiği gibi zaman ve yer sınırlandırmalarından özgürleşmenin yanında, Ara Güler tam da bir göz olup bizlere bilinmeyen dünyaları açmıştı. Özellikle de dünya kültür mirasına kazandırdığı keşiflerle insanlık tarihinin ufkunu genişletmişti. Bunlardan birincisinin 1960 yılında Ağrı’da Nuh’un Gemisinin İzi olduğuna inanılan alanın dünyada ilk kez fotoğraflaması ile diğerinin ise 1964 yılında bir baraj açılış haberi için Aydın yöresine gittiğinde yolunu kaybetmesi sonucu antik kent Aphrodisias’i keşfedip ilk kez fotoğraflamasıyla olduğunu öğreniyorum.
Bu keşiflerin dünyada yarattığı etki yadsınamaz. Peki sıradan görünümlü diyebileceğimiz insanlara ait fotoğraflardaki çekiciliğin sırrı neydi? Fotoğrafın ustası Ara Güler şöyle açıklıyor:
“Etrafımda dönen bir dünya vardır, bu dünyanın içinde bana en duygu verecek beni en zevklendirecek şey olunca deklanşöre basıyorum. Bir de unutma, ben bir gazeteciyim. Gazeteci olduğum, olayları takip ettiğim için, estetiği az bile olsa çok önemli olduğuna inandığım anın fotoğrafını çekerim. Benim açımdan olay, ‘an’ çok önemlidir. Olay kaçmamalıdır. İnsanların fotoğrafçısı olarak insanların sevinçlerini, dramlarını, yaşam tarzlarını, korkularını, insana ait her şeyi kaydetmek istiyorum. Çünkü şuna inanıyorum: Ben kendimi fotoğraf sanatçısı değil, fotojournalist saydığım için, bence estetikten daha önemli olan dokümantasyonun kendisidir. Yani benim için daha önemli olan insanların dramlarının gelecek asırlara kalmasıdır. Çünkü fotoğraf bir kayıt aracıdır ve bir dram bir şey anlatmalıdır ki bir netice çıkarabilsin, işte o zaman fotoğraf çekici olur.”
Fotoğraf, zamanın içinde geçip giden bir anın duygularıyla beraber kaydedilerek geleceğe taşınmasının sihrini taşıyordu. Paul Cezanne’ın yaklaşık yüz yıl önce resim sanatı için çok benzer bir söylemde bulunduğunu görmek ise bana resimde mi yoksa fotoğrafta mı anı yakalamanın zor olduğunu düşündürdü. (Cezanne’dan alıntılayan, Berger, 1986, s.31):
“Dünyanın yaşamından bir an geçer! O anı gerçekliğiyle yakalayıp resme geçirmek, bunu yaparken her şeyi unutmak! O anı yaşamak, duyarlı bir levha olmak…zamanımızdan önce olan her şeyi unutarak gördüklerimizin imgesini yansıtmak…”
Ara Güler’in yaklaşık bir asır boyunca gördüklerinin imgesi tüm canlılığı ile günümüze yansıyor.
Önümüzdeki günlerde söyleşi ve film gösterimi gibi etkinliklerin gerçekleşmesi planlanan müze, Salı ve Cumartesi günleri arasında saat 10.00-18.00, Pazar günleri ise saat 12.00-18.00 arasında ziyaretçilerini ücretsiz olarak kabul ediyor.
REFERANSLAR
Berger, J. (1986) Görme Biçimleri. Yurdanur Salman (Çev.). İstanbul: Metis.