Nermin Yıldırım, en üretken son kuşak yazarlardan birisi. Dosyayı hazırladığımız sırada yeni kitabı “Misafir” hep kitap etiketiyle henüz yayımlanmıştı ve yoğun bir koşuşturma içerisinde bizi -bir kez daha- kırmayıp sorularımızı önemseyerek cevapladı. Özellikle yeni yazar ve yazar adayları için yol gösterici ve moral verici notlar içeren cevapları için sevgili Nermin’e bir kez daha teşekkür ederiz. Sayfanın sonunda, daha önce Merve Açıkgöz imzasıyla yapılan bir diğer Nermin Yıldırım röportajına daha ulaşabilirsiniz. Fotoğraflar: Ali Altuntaş
Nermin, selam. Yeni kitabın “Misafir” henüz çıktı, hemen de yoğun bir koşuşturmaya girdin. Nasıl gidiyor yorumlar, tepkiler?
Roman daha çok taze ama şimdiye kadar gelen tepkiler çok güzel. Yoğun bir çalıma, yazma sürecinden sonra, romanın okurla buluşması iyi tepkiler alması insanı elbette çok mutlu ediyor.
Yanılmıyorsam bu zamana dek iki yayıneviyle çalıştın. Üretken bir yazar olarak gerek ilk kitabın yayımlanma sürecinde, gerek yayınevi değiştirme aşamasında süreç nasıl ilerledi?
Evet, yolculuğa Doğan Kitap’la başladım, ilk dört romanım oradan çıktı. Sonrasında hep kitap ile devam ettim, beşinci ve altıncı romanım da hep kitap tarafından basıldı. Ama aslında ekibim hiç değişmedi. Benim açımdan bakarsak sadece kapaktaki yayınevi logosu değişti. İlk kitabımdan beri editörüm Işıl Özgüner, yayın yönetmenim Deniz Yüce Başarır. Doğan Kitap’la çok uyumlu bir çalışma yürüttük yıllar boyunca, orada çok kıymetli bir ekiple çalıştım, hepsi arkadaşım oldu, hâlâ görüşüyoruz. Ama ben yol arkadaşlığına inanan biriyim. hep kitap kurulup Deniz ve Işıl buraya geçince, yola en çok dirsek temasında olduğum bu iki kadınla devam etmek istedim. Neticede ekmeğini bile aynı fırından alan, eşini, dostunu, çalışma arkadaşlarını kolay kolay değiştirmeyen biriyim ben. Fakat dediğim gibi büyük bir değişiklik yapmış gibi hissetmiyorum kendimi. Bir tek yayınevimin adresi ve kapağımdaki logo değişti. Çalıştığım ekip aynı ve aynı insanlarla yol almak bana güven, huzur veriyor.
Gerek kendi deneyimlerin ışığında, gerek genel anlamda Türkiye’de yeni yazar ve yazar adaylarına karşı yayınevlerinin tutumunu olumlu ve olumsuz anlamlarda nasıl görüyorsun?
Bence 90’lardan itibaren yayınevlerinin kapıları yeni yazarlara daha çok açılmaya başlandı. 2000’lerde özellikle genç yazarlar seslerini daha kolay duyurur, daha çok yayımlanma şansı bulur oldu. Bizden önceki kuşaklarda kitap yayımlatmanın çok daha zor olduğunu biliyoruz. Velhasıl işin bu yanını olumlu bir gelişme olarak okumak mümkün. Ama öte yandan yeni yazarların yayınevlerinde çoğu zaman fazla söz hakkı olmadığı da bir gerçek. Yani kitabının yayımlanmasından memnun olması ve ötesine pek de karışmaması âdettenmiş gibi bir yaklaşım var. Yapılan ilk sözleşmeler genellikle yazarları pek gözeten sözleşmeler olmuyor. Bir de şimdi ekonomik krizle birlikte gelen kâğıt krizi de yayıncılığı çok etkiledi, maliyetler yükseldi. Küçük yayınevleri kapanıyor, kitap basmak zorlaşıyor. Bu da yayınevlerinin ticari riskler almakta isteksiz davranabileceği ve yeni yazarların seslerini duyurmakta zorlanabileceği anlamına geliyor maalesef.
Kendi edebiyat yolculuğunu ayrı tutarak yanıtlar mısın: Yazar-yayıncı ilişkisini domine eden taraf, yayıncının kitabı basma ve onunla birlikte yol alma kıstaslarına mı, yoksa yazarın kendini ve kalemini kabul ettirme başarısına mı daha çok bağlı Türkiye’de?
Yazar arkadaşlarımla bazen kendi tecrübelerimizi konuşurken, yola çıkış hikâyelerimizi anlatırız birbirimize. Oradan yola çıkarak bir genelleme yapmam gerekirse, yolun başındayken yayınevinin kıstaslarının daha ön planda olduğunu söyleyebilirim. Ama zamanla, kendi okurunuzu edindikçe, kaleminiz biraz daha bilinir hale geldikçe, daha hakkaniyetli bir ilişki kurulur. Genellemek doğru olmayabilir ama süreç sık sık bu biçimde yaşanır diyebilirim en azından.
Peki yayınevlerinin birlikte yol almayı gözettiği yazarların okurun gözündeki karşılığı nasıl oluyor? Bugünün okuru kalıcı olacak yazarı ilk görüşte tanıyor mu yoksa hep sonradan mı taşlar yerine oturuyor?
Okur eğilimlerini etkileyen pek çok dinamik var. Bazı yazarlar okuruna ilk eseriyle ulaşabilirken, bazılarının okunmak için ölmeyi beklemesi gerekiyor. Nâzım’dan hareketle en güzel kitapların henüz okumadıklarımız olabileceğini de hatırlamakta fayda var. Hatta belki henüz basılmamışlardır bile. Bir editörün masasında değerlendirilmeyi bekliyor ya da bir sebepten geri çevrilmiş olabilirler. Yazar adayı arkadaşlarıma bu konularda kötümser ve karamsar olmamalarını, alabilecekleri olası ret yanıtını ya da olumsuz yanıtları katı bir kural ve bir hikâyenin sonu gibi görmemelerini önermek isterim. Gerçi sen işin okur boyutunu sordun ama yazdıklarını yayınevlerine ulaştırmaya çalışan ve arada umutsuzluğa düşen arkadaşlarımız varsa, yine de bunu da iliştirivereyim buraya.
Senin, okuruna ulaşmakta en etkili kanal ne oldu bu zamana dek?
Zaman. İlk romanım yıllarca ikinci baskıyı bile görmedi mesela. Ama kendine kemik bir okur edindi. O okurla başladık biz yürümeye. Sonra her romanda biraz daha arttı yol arkadaşlarım. Ve sağlıklı olanın da bu olduğunu düşünüyorum. Zaman içinde, sakin sakin, sindirerek yürümeye, çoğalmaya inanıyorum. Bir romanımı okuyan bir kişinin, diğerlerini de okuma arzusu duyması, artık o yolun eşlikçilerinden, arkadaşlarından biri haline gelmesi benim için çok kıymetli. Tek bir romanımı okumuş binlerce okurdansa, bütün yolu birlikte yürüyen birkaç kişiyi tercih ederim. Oradaki ruhdaşlık bambaşka bir şey. Böyle okurları imzalardaki kısacık sohbetlerden bile tanıyorum ve çok mutlu oluyorum.
Öte yandan elbette eskiden dergide yazdığım dönemde o yazılar vasıtasıyla metinlerimle tanışan okurlar da olmuştur ya da yayınevinin tanıtım çalışmaları neticesinde tanışanlar da vardır. Ama bunlar birdenbire değil, zamanla oldu. Ve yine bence böyle, sakin sakin olması doğruydu. Bir de tabii, sevdikleri romanları sevdiklerine tavsiye eden okurlar… Bunun her türlü tanıtım çalışmasından çok daha anlamlı kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Bir ayağın yurtdışında. Yazar, yayıncı ve okur bağlamında, hem yazar hem okur olarak yurtdışıyla Türkiye’yi nasıl karşılaştırırsın?
İngiltere, Amerika gibi bazı ülkelerde bizimkinden farklı bir profesyonellik anlayışı olduğunu söyleyebilirim. Profesyonel derken, yazarların meseleye bakışından, sektörün içinde konumlanışından bahsediyorum. Çok satan bir İngiliz yazar arkadaşımın romanını neredeyse ajansının talimatları doğrultusunda yazdığına tanık olup dehşete kapılmıştım yıllar önce. Ajanların, editörlerin yazım aşamasına doğrudan dahil olabildiği bir sistemden bahsediyorum ve bu bana çok garip geliyor. Bence yazarla kalemi arsına kimse girmemeli. Yayıncının rolü kitabın yazımı bittikten sonra başlamalı. Editoryal çalışmaya elbette kaşı değilim, hatta harika bir süreç de oluyor doğru yapıldığında ama ben bu süreçlerin yazım aşamasında değil, son nokta konduktan sonra yaşanmasından yanayım. Tabii bu benim fikrim, genel geçer bir kanun gibi savunacak değilim. Okur mukayesesine gelince, tıpkı yazar gibi okur da her yerde kendi içinde farklılıklar gösteriyor. Bu kişisel özellikleriyle olduğu kadar yaşadığı ülkeyle de ilgili. Çok genelleme yapmak istemem ama bazı ülkelerin diğerlerinden farklı alışkanlıkları olduğunu söyleyebilirim. Mesela Almanya’da minicik kitapçılarda iki saat kadar süren edebiyat okumaları yapılır. Çıt çıkarmadan, ilgisi dağılmadan roman dinler herkes. Bu tamamen alışkanlıklarla ilgili. İki saat pek çok ülke için hayal bile edilemeyecek bir süre. Bazı ülkelerde o bir saattir, bir saat sonra içeridekiler bunalır. Bazı ülkelerde dikkat dağılma oranı yarım saattir, bazı ülkelerde on beş, bazı ülkelerde beş dakika. Dediğim gibi bu okurun kişisel özellikleriyle olduğu kadar ve hatta belki ondan çok daha fazla ve aslında içinde bulunduğu ülkenin okuma alışkanlıklarıyla, kültür politikalarıyla ilgili.
Bizden bu kadar. Eklemek istediklerin varsa alalım Nermin.
Yayınınızı ailecek severek takip ediyoruz efenim. Kolaylıklar dilerim.
Çok teşekkürler… 🙂