Çağıl Tekten’in kaleminden “Sıkıntılı Metinler” serisinin diğer bölümlerini okumak için tıklayın.
“İnsan psikolojisinin kara kutusu rüyalarla ilgili yepyeni bilgiler açığa çıktı! Bazı bilim adamlarınca parmak izi gibi biricik olan rüyalar, diğer bilim adamlarınca kolektif bir alt bilincin meyvesi. Bu noktada makaleler ikiye ayrılıyor. Rüyaların doğru hatırlanıp hatırlanmadığı ve tam anlamıyla paylaşılıp paylaşılamayacağı soruları ise hâlâ gizemini koruyor. Siz siz olun, rüyanızı hayra yorun!”
***
Artık üstünde buhar tütmeyen bir çay gibi döktü yüzünü lavaboya. Şöyle bir çalkaladı. Kaldırdı, baktı. Sahiden boşalmış bir fincan gibiydi yüzü aynada. Sabahtı, aydınlıktı; yeri yoktu şimdi rüyaların. Hem, getirip koysaydı bile masalara, yerinden oynatılmış bir taş gibi tıngırdak ve tekinsiz olacaklardı, bir ağızdan, anlaşmış gibi; rüyaları ve yüzü.
Hiç gerek yok.
Onları kendi kulağına içeriden söylenmiş birer sır gibi sardı. Hatırlanmamak üzere. Musluğu kaparken düşündü:
“Tanrım, ne çok an var rüyalarıma benzeyen. Ne çok an var, görkemli ve henüz gerçekleşirken unutulmalık! Ne çok sır aslında dinlenmediği için saklanıyor, ne çok yüz kendisinin bir imitasyonu! Her biri de bir zaman önce dökülmüştür beklenmedik bir ele. Astarı uzun-yüzü kısa bir rüyanın puslu sabahında belki, kendi nefesleriyle buğulanmış aynalara; ki kendine yakından bakmanın bedelidir o buğu. Ah daha iyi görme özleminin değişmez paradoksu!
İki yüzü de çirkin bir gerçekten peyda olmuş bir riyaya dökülmüştür olmadı, ki merak etmişimdir hep; aynı kökten türemiş iki doğulu kardeş midir, rüya ile bunlar diye.”
Hem, getirip koysaydı bile masalara… Hem, belki de bir masanın kaldırabileceği boşalan tabakları iç içe koymaktan öte gitmeyecek bir hassasiyetti. Neydi canım bu masalara bu kadar yüklenilmesi!?
Hem… Hiç gerek yok.
Daha önce pek çok kez anlatmayı denemişti zaten. Ya tam ifade edemiyordu ya kimse tam dinlemiyordu. Arada iyi niyetli dinleyiciler olmadı diyemezdi ama gözlerinde bambaşka ve sımsıkı kapalı pencereler görünürdü onların da. Sonra, aslında kimsenin kimseye rüyasını tam olarak anlatamayacağını keşfetti.
Bu keşif aslında devrim niteliğindedir, gerçek bir devrim. Ama yeni bir medeniyet kurulması kısmına karışmaz. Ardında bıraktığı kanı ve molozu, zafer ezgileriyle süsler ancak. Gerçek bir devrim.
İnsan bir yandan vazgeçemezken öz yalnızlığından, bir yandan da ölümden kaçtığı hızla kaçar ondan. İnsanın korkularını ehlileştirirken ölümlülüğüyle baş başa kalması pek tavsiye edilmez. Bazılarına göre bu bir lüks iken, pek çoklarınca felakettir.
“Her ne olduysa olup bitmiştir zaten,” diye düşündü. “Çok önce sönmüş bir yıldızı tarif etmekten farkı yok.”
Bir an, milyonlarca yıl önce sönmüş yıldızları bile birileriyle sırt üstü yatıp seyredebileceği gerçeği geldi aklına. Örnek yanlıştı, en iyi ihtimalle zamanlaması yanlıştı; ürperdi. Damarlarındaki “var oluşu paylaşma hevesi” gıdıklanır gibi oldu. Sonra çabucak toparlandı. Örneği değiştirdi. “Bir deja-vu’ya inanmaktan farksız. Deja-vu! Minik, tatlı bir kısa devre. İşte bunu asla paylaşamazsın!”
Hem, çay metaforundan çok daha güzeli çayın kendisi değil mi? Rahat bıraksınlar canım bu çayı! Nedir yani bu çaya bu kadar yüklenilmesi!? Tüm gece içinde ne çalkalanırsa çalkalansın, duru bir sabaha uyanıp bir bardak çay koymak, kendini biraz sevmek gibi bir şey değil mi? Kör kuyunun ağzını kayayla tıkar gibi açmak perdeleri… “Tamam,” dedi kendine, “Belki biraz abarttım.” Ama, şimdi yani, klişe bir yaşam sevinci mi, aşırı eksantrik ölücülük mü?
Böyle şeylere hiç gerek yok.
Aynayı nihayet terk etti. Gitti, oturdu en yakın ve en mümkün masaya. Masaya çaydan başka bir şey koymadı. Kendine biraz değişik bir hayvan, masaya masa ve çaya çay gibi davranmak iyi geldi ona. Acayip rüyaları da, kimse bilmez karanlıklarda süzülür gibi kayboldular; kayboluşlarını bile hissettirmeden. Sebebi muğlak oluşlarındaki şiddetten eser yoktu, hiçbir metafizik hevesi dürtmeden, unutmanın ve yeniden hatırlama isteğinin telaşına kaptırmadan ve paylaşmak için tutulacak sağlam bir köşeleri bile kalmaksızın, eriyip gittiler.
Artık kimsenin bilmediğini paylaşmanın imkânı var mı ki? Belki sözler olmadan… Başa sarma ihtimaliyle başa çıkmak her yiğidin harcı değil. “Artık yiğitliği umursuyor muyuz?” diye sordu kendine muzır bir tebessümle. Sonra hiç beklemeden yanıtladı.
“Canım, hiç gerek yok!”
1990 yılında doğdu. Ayvalık’ta büyüdü.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Tiyatro-Oyunculuk eğitimi aldı.
2012 yılında İspanya’da gerçekleşen Interplay’e (Avrupa Genç Oyun Yazarları Buluşması) katıldı.
2012’den bu yana İstanbul’da, durdukça yazıyor, durmadan oynuyor (İstanbul DT ve Kadıköy Küçük Salon). Her iki alanda da “tuhaf” ve deneysel işleri merak ediyor, seviyor, kurcalıyor.
2017-2018 sezonunda ilk kez kendi yazdığı bir oyunda oynadı (Angina Pektoris); Yeni Tiyatro Dergisi ona Aydın Arıt Yazarlık Ödülü’nü verdi, sevindi.
Yazdığı yazılar daha önce Pulbiber Dergi’de yayımlandı.
E-posta: cagiltekten@gmail.com
www.küçüksalon.com