Bu içerik, KalemKahveKlavye’nin “Edebiyatta Alternatif Türlerin Yükselişi” dosyası kapsamında hazırlanmıştır. Dosyanın tamamına BURADAN ulaşabilirsiniz.
Çocuklarla yazma deneyimim üzerine konuşmam gerektiğinde kişisel tarihimin yazma hususundaki çelişkisini anlatarak söze başlıyorum genellikle. Bu çelişki kabaca şu: Çocuk yaşta yazdığım fantazya türündeki iki yetişkin romanının ardından yetişkin yaşa geldiğimde çocuklara yönelik gerçekçi eserler vermeye başlamam. En azından şimdiye dek yayımlanan çocuk kitaplarımın gerçek dünyada geçen ve toplumsal meselelere odaklanan, düşünmeyi ve felsefeyi, yani “ciddi” konuları merkeze alan eserler olduğunu söyleyebilirim. Malum, fantazya ve bilimkurgu gibi türler insanlara yeterince ciddi gelmediği için ya “ütopya/distopya” edebiyatı ve/ya sineması olarak politika, ekoloji benzeri gündemlerle ilişkilendirilip yeterince “önemsenir” ya da büyülü gerçekçilik, düşsel anlatı gibi “fantazya demeyelim de ne dersek diyelim” gibi bir yaklaşımla başka türlü sınıflandırmalara dahil edilir. Haliyle ben her ne kadar çocuklara yazdığım konuların gerçekçiliği meselesini çelişkili bir durum olarak görmesem dahi (sonuçta yazan herkes kadar, kalem oynatmayı arzu ettiğim türde –o an hangisiyse- kurguyla ilgilenme potansiyeli olan her yaştan okura seslenmek muradındayım) çocukların fantazya-severler olarak görüldüğünü ayırt ettikçe, neredeyse “stratejik bir yanlış” yaptığımı düşünür oldum. Halbuki mesele çocukların okuduğu türler meselesinden fazlası: Meselenin kendisi alternatif olanın ana akımlaşması. Elbette ki bu dosya dahilinde konunun olumlu yanları üzerine edilecek kelam çok, bense sadece çocukların tarafından, en azından onlarla paylaştıklarım kapsamında ve şimdiye kadarki gözlemlerime dayanarak konuşmaya çalışacağım. Fakat en sonunda söyleyeceğimi baştan söylemiş olayım: Alternatif türleri çocukların sevip sahiplenmesinden ziyade, alternatif türlerin yükseldiği dünyanın esas sahibi olan çocukların hakimiyeti gibi bir başka mevzu söz konusu. Geleceğin yeni kuşaklara ait olması gibi bir klişe değil bahsettiğim, bu çocukların doğdukları dijital dünyada teknolojiyle öznelleşerek varlıklarını sürdürmeleri. Bir başka deyişle, bilimkurgunun konularından biri olarak çocukluktan bahsetmek olanaklı ve gerekli.
Önce bildiklerimiz üzerinden gidelim. Le Guin’in 1974 tarihi meşhur “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?” makalesindeki kütüphaneci örneğinden mesela. Kendisi Tolkien’in Hobbit’ini çocuk bölümü yerine yetişkinler bölümünde tutulmasını “Ah evet, gerçeklerden kaçışın çocuklar için iyi olmadığı düşüncesindeyiz,” (Le Guin, 1999) cümlesiyle savunmaktaydı. Çocuklar gerçeklikten uzaklaşmamalıysa fantazya çocuklardan uzak tutulmalıydı, tamam, muazzam sansür mekanizması bu tarafta işleyedursun; yetişkinler tarafında neler oluyor peki? Yine aynı makaleden alıntılayalım: “Karım roman okur, benim vaktim yok,” diyen bir “çalışan erkeğimiz” var bir yanda, diğer yandaysa “Gençten o bilimkurgu denen zamazingoyu okurdum, şimdi okumuyorum tabii” cümlesini kuran koca yetişkinlerimiz de “alternatif” diye bir yere atılıp sıkıştırılmış türlerden kaçınıyorlar elbette. Sonuçta “Peri masalları çocuk işi. (Biz) gerçek dünyada yaşıyoru(z).” Velhasıl çocukların aklını karıştıran gerçek dışı şeylere yetişkinlerin ayıracak zamanı yokken yakın zamana kadar 70’lerin Amerikasından farklı bir yaklaşımla pek karşılaşmış olmadığımızı söylemek mümkün.
Şahsi deneyimime dönecek olursam, sıra çocuklara yazmaya nasıl heveslendiğimi anlatmaya geldiğinde muhakkak Stephen King ve korku edebiyatına uzanıyoruz. Okumayı öğrendiğimden beri sevdiğim çok sayıda eser oldu ama ilk defa 11 yaşında Stephen King okurken yazmaya niyetlendiğimi, yazara imrenme haliyle “Ben de yapabilir miyim?” diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum. Ve bunu anlattığım anda çocukların gözleri parlıyor; çünkü Stephen King’i genellikle biliyorlar, biliyorlarsa okumuş oluyor, hiçbir fikri olmayan varsa şayet o da “It” uyarlamasının bahsiyle “Haaa” deyiveriyor. Sonra bana ilham vermiş olan usta yazara duyduğumuz sevginin ortaklığıyla sohbet derinleşiyor. “Stranger Things”i izlediğini tahmin ettiğim çocuklarla bu hat üzerinden diyaloğumu sürdürdükçe açığa çıkan şeyi ise şahsen daha ilginç buluyorum: “Ben Stephen King romanı okur gibi keyif aldım mesela, size nasıl geliyor?” gibisinden bir cümle kurduğumda gelen yanıt onaylamadan fazlası oluyor zira. Çocuklardan birisi kalkıp dizinin “o dönemin ruhunu” verdiğini ekliyor. Benim Joy Division, The Clash müziği üzerinden kurduğum bağı benden 15 yaş küçük olmasına rağmen kurmuş; bir zamanlar benden 15 yaş büyük dostlarımın, kendileriyle aynı müzik, kitap ve filmlerden zevk aldığımı öğrendiklerinde şaşırdığı gibi şaşırıyorum. Elbette nihayetinde bu tip kuşaklar arası şaşkınlıkların yerini alan, iyi olanın ortaklığı oluyor. Rock müzik, fantazya romanları, bilimkurgu filmleri niyeyse bu ortaklığı en derinden kuranlar. Bugün kimse Backstreet Boys dinlemiyor, yarın hiçbirinin Justin Bieber dinlemeyeceği gibi; fakat mutlaka King okuyacak, Star Wars izleyecekler, muhtemelen Marvel ve DC evrenleri hakkında yaptıkları tartışmalar sürecek. En azından şimdiye kadarki deneyimin işaret ettiği bu.
Olağan kuşak farklarına rağmen nitelikli sanat eserlerinin “her yaştan insanı” etkilemesi olarak okuyacağımız bu durumda yeni olan şey ise artık ilk defa yetişkinlerin çocuklardan öğrendikleri şeylerin olması. Palfrey ve Gasser (2008) Dijital Doğan çalışmalarında, internet çağında doğan çocukların (bunu her ne kadar 80 sonrası doğanlar şeklinde genellemiş olsalar da, esasında sözü edilen neslin 2000 sonrası Smart Phone-Instagram dönemiyle başkalaştığını, nesillerin dijital ortamdaki gelişimi/evrimininin hızının da farklılaştığını iddia etmek mümkün) dijital dünyanın “yerlileri” (digital natives), önceki kuşaklarınsa “göçmenler” (immigrants) olduğunu söylerler. Palfrey ile Gasser’in kitaplarında temel olarak iddia ettikleri, aslında dijital yerlilerin dünyalarının bizimkinden farklı oluşu, çevrimiçi veya çevrimdışının birbirinden ayrılmadığı bir gerçekliğin söz konusu olduğudur.
Bu çocuklar kendi aralarındaki iletişimi dijital ortamda sağlamakla kalmaz, kimliklerini bu sayede inşa ederler (2008: 20), 16 yaşındaki bir kızın fiziksel dünyadaki varlığından ziyade kendisini temsil ettiği dünya artık bizzat dijital mekandır; haliyle ritüeller, ilişkiler, kültüre dair bileşenler sanal mekânın kendisi üzerinde kurulmaya başlar. Çoğu ebeveyn, çocuklarının 5-10 yaşları arasında internet erişimleri olduğunu belirtmiştir ve çocukların karşı çıkmasına rağmen bu online durumlarını sınırlamaya gitmiştir. Çocukların internet erişimi konusunda ne kadar endişe duysalar da, anaokulundan itibaren okul mekanında da çocuklar sıklıkla online’dır. Son zamanlarda ise çeşitli web sayfalarındaki uygulamalar/oyunlar aracılığıyla ebeveynler ve öğretmenler çocuklarla dijital ortamda bir araya gelmenin yöntemlerini keşfetmiştir (2008: 46); çocuklara alfabeyi öğreten oyunlardan soru çözdükçe çocuğa bir oyun sunan uygulamalara, eğitimciler ve ebeveynler teknolojiyi kullanmak durumundadır artık. Bunun örneklerine Türkiye’de rastladığımızı hem etrafımdaki ebeveynlerden hem okullarda karşılaştığım öğretmenlerden biliyorum.
Çocuklar açısından birkaç yüz anket sonucunda elde ettiğim birkaç veriyi de yeri gelmişken paylaşayım: Bugünün kentli orta sınıf hayatını deneyimleyen 11-13 yaşlarındaki çocukların -hakikaten birkaç istisna dışında- hepsinin ilkokul itibariyle akıllı telefonları olduğunu söylemek mümkün, kişisel bilgisayarları olmasa da tabletleri muhakkak var (gerçi bunda okul ve müfredatın payı olduğu söylenebilir); % 81 oranında çocuğun Instagram, %6 8 oranında çocuğunsa Facebook hesapları var; kendi hesapları olmayanlar ise ebeveynlerinin hesaplarından düzenli olarak sosyal medyaya erişir haldeler.
İnternet ve sosyal medya kullanımları üzerinden gitmemin sebebi bu çocukların teknoloji dünyasındaki tartışmaları ne oranda takip ettiklerini gözlemlemekti. Neredeyse yarısı “internetsiz yaşayamam” veya “insanlar internet olmadan yaşayamaz” düşüncesinde olan çocukların % 13’ü “sürekli” internette olduklarını söylerken, % 62’si “her gün” internete eriştiklerini söylüyor; eh bu oranın toplamı olan %75 hakikaten yüksek bir yüzde, kalanlarıysa “haftada birkaç kere” internete giriyor, haftada birden az giren yok. Şimdi hepimiz zaten “online” yaşarken bunun ne önemi var diyebilirsiniz; şöyle bir önemi olduğu kanaatindeyim: Netflix’teki diziyi de izliyor bu çocuklar, Sophia’nın vatandaşlık alması üzerine dönen tartışmalardan da haberdar oluyor, çoğu yapay zekanın insan zekasına eş yahut insan zekasından daha gelişmiş olduğunu düşünürken, “İnsanların yerini robotlar mı alacak?” düzeyindeki tartışmaları küçümseyecek kadar konuyla ilgili bilgi sahibi oluyorlar. Ve şaşırtmayan bir başka sonucu da paylaşmalı: Aynı çocuklar büyük oranda “macera” ve “bilimkurgu” kitapları sevdiğini söylüyor. Hiç bilimkurgu okumamış olan, kitaplarla arası kötü olan çocuklar arasında favori oyunu “Bioshock” olanlar var mesela; ve mutlaka çizgi roman seviyorlar.
Buradan hareketle fantazya ve bilimkurgu türlerini ben nasıl sevdim ve neden alternatif olmasına rağmen ve kenarda köşede kalacak olsa dahi bu alanlarda kalem oynatmaya gayret ettim diye kendime sorduğumda aldığım yanıt; çok kabaca, hayal gücünün kıymeti, kudreti. Hayalsiz yaşanmayacağı gibi geleceğe ilişkin olasılıklar üzerine fikir üretmenin beni insanlığa, evrene, şahsiyetime dair nasıl heyecanlandırdığını düşününce ve bunun karşılığını çocukların gözünde, çocukluğumu görür gibi gördükçe bu türlere duyulan ilginin artışının birlikte üretilecek daha iyi eserler, kolektif olarak kurulabilir düşler ve düşlerin iyileştirdiği dünya hakkında pek çok potansiyel barındırdığını düşünüyorum. Aynı kirlenen havayı soluyup aynı politik açmazlara maruz kalırken ekolojik ve siyasal alanın gerçekliğine alternatif kurmanın yolu düşlerden geçiyor; belki gidişatın kötücüllüğü insanları yeniden fantazyanın kollarına itiyor ama bu sefer distopya türüne duyulan ihtiyacın kaynağı gerçekliğin kendisi olduğundan alternatif olan yaygınlaşmaya, üretilen eserler zamanının klasiklerine dönüşmeye başlıyor. Sibernetik organizmalar olarak yaşamını süren nesillerin bireyselleşmeleri de toplumsallaşmaları da bu sanal gerçeklik evreninde anın bilimkurgusunu güncelin fantazyasını üretiyor belki. Popüler olan geçici olsa bile popülerleşmekte olanın arkaplanında yatan duygu ve düşünceler bütünüyle insana has.
İnsanların ayırt edici özelliğinin anlatma geleneği olduğunu düşünürüm hep. Çocukların yazmaya duydukları eğilim, her ne kadar okumadıkları gibi garip bir önyargı olsa da bilakis ana babalarından çok daha fazla kitap okumuşlukları ve bilhassa kitabın, dijitalleşen dünyada dönüşse dahi, somut bir nesne olarak da nadideliğini koruyor ve olasılıkla koruyacak olması beni umutlu kılmaya yetiyor. Dijital dünyanın teknolojiyle öznelleşen çocukları nasıl ki gündelik yaşamlarını çevrimiçi-çevrimdışı olarak ayırt etmiyorlar; kanımca bilginin içinde var olan benlikleri geçmişle gelecek arasında da bu bağlamda büyük bir ayrım yapmıyor. Sanal ortamla beraber mekanın muğlaklaştığı bu yeni dönemde doğup büyüyen nesillerin mekansız oldukları kadar zamansızlaştıkları kanaatindeyim. Dolayısıyla geçmişin bütün deneyimiyle geleceğe dair potansiyeller arama eğilimi bu bilimkurgu sever çocuklarla şekillenecek.
Bilimkurgucu değilse de alternatif türlerin anaakımlaşması hususunda bir öncü sayılması bakımından değerli gördüğüm King ile açmıştım, onunla bitireyim: Ben çocukken kitabevinin “best-seller” raflarında sıklıkla Stephen King ve Dean Koontz kitapları görmem nedeniyle uzunca bir süre “best-seller” kelimesinin korku edebiyatıyla ilgili bir şey olduğunu sandım. Bu komik anımı daima tebessümle hatırlarım çünkü tam da ejderhadan korkangillerin yok olup gittiği, ejderhaların “çok-satar”laştığı, hepimizin Game of Thrones sevdiği bir dönemi çocukluktan duyumsamışım gibi gelir. Çocukluğun saflığı ve o en saf zamanda sevilen türlerin yüceliği işte; dünyayı değiştirecek olan belki tam da bu. Hayalperestlikse, varsın olsun, aksini iddia eden kim?
LeGuin, U. K. (1993). Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar: Ursula K. LeGuin’den Seçme Yazılar. M. G. Sökmen, B. Somay, vd., (Çev.). İstanbul: Metis.
Palfrey, J. & U. Gasser (2008). Born Digital: Understanding the First Generation of Digital Natives. New York: Basic Books.
Seran Demiral, 1989 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. 2005’te “Münzevi”, 2007’de “Hissizleşme” isimli fantastik kurgu romanları yayımlandı. 2007’de Kadıköy Anadolu Lisesi’nden, 2011’de ise Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. “Filozof Çocuklar Kulübü” serisi ile “Parmak Uçları” isimli ilk gençlik romanlarının yanısıra, “Hayat Üretim Merkezi” isminde bir bilimkurgu romanı yayımlandı. Farklı yaş grupları için farklı türlerde eserler vermeyi sürdüren Demiral, aynı zamanda Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora eğitimine devam etmekte, çocuklarla felsefe ve edebiyat atölyeleri gerçekleştirmektedir.
Bu yazının dahil olduğu dosya paralelinde, KalemKahveKlavye ve Yazım Kılavuzu işbirliğiyle düzenlenen “Edebiyatta Alternatif Türlerin Yükselişi” konulu söyleşinin videosunu şimdi izleyebilirsiniz.