1997’de Özcan Karabulut’un başlattığı 14 Şubat Öykü Günleri; 2003 yılında da 69. Uluslararası P.E.N. Yazarlar Örgütü’nün kongresinde de kabul görerek, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nüne dönüşmüştür.
Öykü üzerine odaklanan ve artan bir ivmeyle süregelen bu etkinlikler ve bu tarih bir tesadüf değildir. Çünkü 1990’larda “öyküde hareketlilik” olarak adlandırılan, birçok genç öykücünün ortaya çıkmasını sağlayan bir süreç oluşmuştur. Bu yıllardan başlayarak, yayımlanan ilk öykü kitaplarının sayıları artmış, buna koşut olarak, yazar sayısı da artış göstermiştir. Öyküde patlama olarak da isimlendirilen bu durum günümüze dek hızını artırarak devam etmektedir..
Bir araştırma çalışmasının sonuçları; 1990 ile 2005 yılları arasında, yılda ortalama 55 öykü kitabı yayımlandığını ortaya çıkmıştır. Bugün bu sayı bunun çok üstündedir. Ne oldu da 90’lardan sonra bu hızlı süreç yaşanmaya başlandı, ne oldu da öykü hareketlilik kazandı.
Bugüne nasıl gelindi ve bu koşullar nasıl oluştu diye düşünürken yolumuz, bu durumu hazırlayan ekonomik, toplumsal ve tarihsel koşullarla çakışmaktadır.
Her yıl çeşitli etkinliklerin düzenlendiği İzmir Öykü Günlerinde tema bu yıl, “Edebiyatta Yersizlik ve Yurtsuzluk”tu. Sıcak günceli yansıtan bu tema ve adı geçen araştırmanın sonuçları, Edebiyat ve sosyal hayat ilişkisini gündeme getirmekte, sanatla yaşamın ayrılmazlığını kanıtlamaktadır. Çünkü İnsanın elinin değdiği her şeyde olduğu gibi, sanatta da zamanın ve coğrafyanın izleri vardır. Duygu ve düşün dünyası yaşadığı zamanın yarattığı büyük değişimlerin etkisinde olan insanın; zevkleri, alışkanlıkları ve yaşam tarzı da bu etkilenimlerin yol açtığı büyük değişikliklere uğramaktadır.
İlk insandan bu yana geçirdiği evrelerde kendisini, doğayı ve başkalarını tanıma ve anlama çabası içinde olan insan, sanat ve sanatın sağladığı yaratma ediminden yararlanmıştır. Ellerinin becerisinde hem doğayı değiştirmiş dönüştürmüş, hem de toplumsallaşma ilişkisi içinde kendini tanıma ve tanımlama ihtiyacıyla yaratıcılığını sanat üretiminde de kullanmıştır. Emeğinin ürünü olan sanatın değiştirme ve yönlendirme gücünün büyüklüğünü fark eden egemen güç tarafından da her zaman ya kışkırtılmış ya da bastırılmış, yok edilmeye çalışılmıştır.
İçinden geçtiğimiz bu çağ işte bu kışkırtmanın alabildiğine etkin olduğu bir çağdır. Birçok değer gibi edebiyat da laf kalabalığına getirilerek, boğulmakta, güçsüzleştirilmektedir. Kavramlarıyla oynanarak anlamı yok edilmekte, içi boşaltılmaktadır. Üstelik yayılan söylenceler ve kışkırtıcı karşı söylemlerle; olumsuzluklar insanın gözünden kaçırılmakta; aksine,insanlar olumlu gelişmeler olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. Bunun desteklemek için de; büyük kültürel patlamanın yaşandığı algısını yaratan ve okunmayan birçok kitap ve dergi, “çok özel, çok güzel, çok özgün, şahane” tanımlamalarıyla, allanıp pullanarak piyasaya sürülmekte, vitrinler süslenmektedir. Günümüzde artık edebiyatın piyasa koşulları oluşmuştur ve amaç en yüksek kârı elde etmektir.
80’lerin ikinci yarısının sonlarında özellikle de 1990’lardan sonra öykü dünyamızda yaşanan hareketliliği anlamak açısından küreselleşmenin ve onun ideolojisi olan Postmodernizmin himayesi altındaki bu kışkırtıcılığı göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü küresel politikaların etkisindeki ülkemizin sosyal yapısında çok büyük değişiklikler yaşandı. Değişen siyaset figürleri topluma rol model olurken hâkim etik, toplumsal ve sosyal değerlerin de değişimine sebep oldular. Yaygınlaşan internetle, internet üzerinden düzenlenen günlük yaşamlarda bankacılık, alış veriş, günceli izlemek, dünyadan haberdar olmak, bilgiye ulaşmak hızlandı ve yaşam kolaylaştı, aynı zamanda yalnızlaştı.
İnternet bağlayıcılığıyla, toplumu yönetme yönlendirmede de etkin bir yardımcı oldu. Örneğin Tüyler ürperten şiddeti “seyirlik malzeme” haline getirip kurgulanmış bir anlatı olarak sunan televizyon haberciliğiyle, Körfez Savaşını CNN’den naklen izleyerek gerçekliğimizi yitirdik, toplu olarak duyarsızlaştırıldık. Bu tip canlı yayınların çoğalmasıyla dünya genelini ilgilendiren çok önemli konuları toplumun genel sorunu olmaktan çıkardık. İnsanlar arası duygudaşlığı kaybettik, birbirimizden uzaklaştık. Kendi duygularımızı da tanımakta ve anlamlandırmakta zorlanmaya başladık.
Yaygınlaşan eğlence, müzik ve dizi kanallarıyla hızla yayılan popüler kültür ve Amerikan yapımı popüler dizilerle günlük hayatımız yeniden şekillendi. Aynı tarz diziler bizde de oluşmaya başladı. Büyük yerli dizi furyasında hangisini seyredeceğimizi şaşırdık. Sunulan yaşamı ve sistemi içselleştirmemizi sağlayan, kadının güçsüzlüğünü ve erkeğe mahkûmiyetini doğallaştıran konularıyla bu diziler; eleştirel ve sorgulayıcı üslup yerine popülarize edici bir üslup kullandığından gerçek dünyayla bağımızı kopardık, sanal dünyalara mahkûm olduk. Gerçekle kurgu birbirine karıştı. Dizileri örnek almaya başladık.
Sonuç ise düşünülenden de korkutucudur. Hepimiz daha güvensiz, daha korkak, çok daha yalnızız. Dünyaya bir başına bırakılmışlık duygusunu yaşıyoruz, onunla aramızdaki dengeyi yitirdik. Bu durum daha çabuk güdülenmemizi sağlıyor. Bize sunulan rolleri kolaylıkla kabulleniyoruz. Ama yüreğimizin bir yerinde de hâlâ bundan kurtulmak isteğiyle, güzel günlere özlem duyarak yaşıyoruz.
Çağın bu etkilerini edebiyat yapıtlarında da görmek mümkün. Yapılan bir araştırmaya göre; 1990 ile 2005 yılları arasında, yılda ortalama 55 ilk öykü kitabı yayımlandığını ortaya koymuştur. Bu aynı zamanda 55 yeni yazar demektir. Yazarlık atölyeleri adı altında yeni bir sektör doğmuş, yayınevleri sayısı artmış, edebiyat eleştirisi ve edebiyat tartışmaları geri çekilmiştir. Sayıca artan edebiyat dergileri de birbirini taklit etmekten öteye geçememektedir.
Bu yıllarda yayınlanan öyküler, birçok yönden taşıdıkları ortaklıkla zamanın fotoğrafını oldukça iyi bir şekilde yansıtmaktadırlar.
Öykülerde ortak olan özellikler; öykü türünün alıştığımız yapısının ve sınırlarının çok değiştiğinin göstergesidir. Öyküden çok anlatıyı çağrıştıran, iç dökücü dille yazılan, günce benzeri öyküler söz konusudur artık. Genellikle öykü başlarında ithaf ve epigraf kullanma yaygınlaşmıştır. Farklı yazı karakterlerinin birlikte kullanıldığı, noktalama işaretlerinin kullanılmadığı ya da cümle başında büyük harfi kullanmama gibi şekilsel farklılıklarla yazılmış deneysel metinler söz konusudur. Öykü kitaplarında ayrıca fotoğraf, desen ve çizimler de kullanılmaktadır. Tek sayfalık, paragraflık hatta tek cümlelik öyküler söz konusudur artık.
Çoğunlukla büyük şehirde yaşayan öykücüler tarafından kurgulanan, büyük şehirlerin mekân olarak seçildiği, özellikle de İstanbul’da geçen öyküler söz konudur. Bu öykülerin çoğunda diyalogların ve karakterlerin azlığı, daha çok iç konuşmaların olduğu, karşılıklı konuşmaların olmaması dikkat çekicidir. Çizgisel zaman anlayışının olmayışı, klasik öykülemenin dışına çıkılması, anlatının katmanlaştığı, katmanların zaman zaman birbirine karışarak belirsizleştiği, bu yüzden okurun konuya girmekte zorlandığı bir yapı görülmektedir. Olay örgüsünün takip edilemez bir hâl aldığı, daha doğrusu olay örgüsünden söz etmenin mümkün olmadığı sayısız öyküye rastlamak mümkündür.
Temalar da çok değişmiş, genelde bireyselleşmiştir. Daha çok “ben” dilini kullanıldığı, kişinin kendini anlatma telaşından öteye geçemeyen bu temalarda çocukluk, şiddet, cinsellik, cinsel tabular, kişisel bunalımlar çoğunluktadır. Toplumsal sorunların öykülerde çok yer almadığı görülmektedir. Emek dünyası ve yoksulluk da öykülerde yoktur. Çalışma hayatı denince sadece beyaz yakalılar anlaşılmakta ve öyküye de sadece beyaz yakalılar girmektedir.
Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur; popüler gündemin konusuyla öykünün konusu başat gitmektedir. Medyanın pompalayıp kışkırttığı konulardan oluşan ve görünürlüğü garantilemek etrafında dolaşan konuların tema olarak kullanıldığı öyküler söz konusudur. Medyada hüküm süren seyirlik olma, neyi nerede söyleyeceğini bilememe durumu edebiyata da yansımıştır. Yazar artık görünürlüğü garantilemek zorundadır.
Postmodernizmin düşünce farklılığına verdiği önemin çarpıtmasında, evrensel bir insanlık durumundan çok, “özne”lerin bireyselliğine vurgu yapan anlayış, yazılan öykülere yansımaktadır. Böylece edebiyat toplumsallıktan ve işlevsellikten soyutlanmaktadır. Ayrıca çağcıl bir var olma biçimine dönüşen “tüketim” de, sanatın özerkliğini reddetmekte, yayınevlerinin kâr gözeten politikalarının ve alana hâkim olan “trend”lerin kültür üretimini şekillendirmesine neden olmaktadır.
Temelde akılcılığa getirilmiş bir eleştiri olan postmodernite, modernitenin yapı taşlarından olan Aydınlanma düşüncesinin yadsınmasıdır. Bu anlayışla çoğulluk, belirsizlik ve değişkenlik söz konusudur. Böylelikle edebî bir metinin anlamının da, ancak başka metinlere yapılan göndermeler yoluyla oluştuğu söylenmektedir. Metinlerarasılık olarak adlandırılan bu durumda, tek başına anlam taşımayacağından söz edilen metinlerin anlamı, okur için çoğu zaman güçlükle belirlenebilen bir nitelik haline gelmektedir. Her okurun kendi deneyim ve birikimi çerçevesinde anlamlandırabilme şansına sahip olduğu bir metin, çok farklı şekilde alımlanabilmektedir. Bu çeşitlilik, mutlak bir anlam olduğu görüşünü yıkmaktadır. Okunan metnin okuyucu sayısı kadar anlamı vardır artık. Bu, postmodernizmin önemsediği görecelilik ve çoğulluk gibi özelliklerin yarattığı iletişimsizliği, anlaşılmazlığı göz önüne sermektedir.
Edebîliğin her türe rahatlıkla söylenebildiği, çözümleme yapmayan eleştiri alanının boşluğu edebiyatın hem üretim hem tüketim alanında niteliksizliğine yol açmaktadır. Her ne kadar sözlü ve yazılı kültür geriye çekiliyor, görsel kültür öne çıkarılıyorsa da her ikiside birbirinden uzak değildir.
Evet, edebiyat bir varoluş sıkıntısı çekmektedir. Ama umutsuzluğa da yer yoktur. Çünkü varlığını sürdürebilmek için gerekli olan biçimsel ve içeriksel esnekliğe sahip bir tür olan öykünün bu özelliğini kullanarak, yaşamla insan arasındaki bağı kurabilen öykücülerin yazdığı öyküler de vardır. Toplumla bağını koparmayan bu öykücüler, kendini yenileyerek itiraz dilini kullanacak yolları bulabilmektedir. Şimdilik görünürlüğü olmasa da, gerçeğin dilini yansıtan öyküler vardır. Necip Tosun’un dediği gibi; “Gerçeğin dilini bulan öyküler kalıcı olacaktır.”
Ernest Fischer, “Sanat insanla dünya arasındaki köklü ilişkiyi açığa çıkarır. Kendini aşmak, tüm insan olmakla yetinmeyen, bireysel yaşamın kopmuşluğundan kurtulmayı, bireyciliğin onu yoksun bıraktığı ama onun sezip özlediği bir doluluğa, daha doğru, daha anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalamasına yardımcı oluyor. Kişiliğinin geçici, rastgele sınırları, yaşayışının kapalılığı içinde kendini tüketmek zorunluluğuna başkaldırmasını sağlıyor ve benliğinden öte kendi dışında ama gene kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olma isteğinin doğruluğunu savunuyor.” diyor.
Anlamlı dünyaya olan ihtiyacımızda, kendini tüketen bu dünyaya başkaldıran yapıtların yazılacağına olan inancımla, insanın iyiye ve güzele olan düşünün gerçekleşeceğini biliyorum ve gerçekliğin dilini bulan öyküleri yazacağına da inanıyorum.
Yararlanılan Kaynaklar
Edebiyat Sosyolojisi Açısından 90’larda Türk Öyküsü – Leyla Burcu Dündar
Postmodernizm Mitosu – Hasan Tüzen
Ernest Fischer – Sanatın Gerekliliği
Görsel: Chia Chi Yu