İnsan psikolojisi ve yalnızlığının mekânlar üzerinden verildiği bir roman Y.Ü.K.. İsminden yapısal bileşenlerine uzanan “çok anlamlılık/çok katmanlılık” romanı kuran, olduran bir işlev görüyor. “Yük” sözcüğü romanın kahramanları Başar ve Betina için farklı metaforik bağlamlara işaret etse de iki kahramanı birbirine bağlıyor. Betina’nın YÜK’ü somut yaşanmışlıklara, Başar’ın Y.Ü.K.’ü ise daha çok ontolojik kaygılara işaret ediyor.
Kot 1’den 7’ye, 7’den tekrar Kot 1‘e dönen romanın başa dönüşünde Betina’nın hakimiyeti göze çarpsa da roman daha çok Başar’ın romanı. Çünkü Betina, Başar’ın özyıkım sürecini tetikleyen, hızlandıran bir unsur, terk edip gidenlerden son kişi olması sebebiyle. Dolayısıyla ikinci bölüm, birinci bölümdeki Başar’ın hayata karşı tavrını, aldığı kararları sağlamlaştıran ve sonuca götüren realiteleri içeriyor.
Peki Başar kim? Betina kim? Ve Yasemin, Başar’ın hayatının neresinde?
Üstüngel Arı -ilk romanı Hikayesi Olan Ölüler de dikkate alındığında- olaylardan çok durumlara ve bireylere odaklanan bir yazar. Bireylerin psikolojileri, içsel yolculukları ve iç çatışmaları onun temel dinamiklerini oluşturuyor. Marjinal, olumsuz ve başarısız kişilerin duygu ve düşünce evrenlerine yönelip bu kişileri üreten aile, toplum ve kültürel gerçeklikleri ortaya koyuyor. Kişilerin yalnızlıkları, yabancılaşmaları, suçları, intikamları anlatılırken altmetinlerde ciddi bir toplumsal eleştiri yer alıyor. İroni, bireyleri vurgularken aslında toplumun altını çiziyor.
Başar’ın hapishaneden çıkışıyla başlayan roman, dış dünya /iç dünya çatışması ve uyumsuzluğu üzerinde biçimlenmeye başlıyor. İlk sayfalardan birinde yer alan, Başar’ın “Sahi, kimdim ben? ” (s.18) sorusu romanın temel düğümü niteliğinde. Çünkü romanın simgesel altyapısı bu soru ile kuruluyor. Kimlik arayışı, suçluluk duygusu, bireyin varlığını sorgulaması yabancılaşma sürecini başlatıyor. Üstelik Başar için bu süreç babasını kaybettiği gün başlıyor. Babasının öldüğü gün Başar’a bir gün herkesin kendisini bırakıp gideceğinin söylenmesi -ki bu cümle bizzat annesi tarafından söylenir- aidiyet kopuşuna sebep oluyor. Babanın kaybı, herkesin bir gün gideceği bilgisi Başar’ın hayatını, kaybetme korkusuna kilitliyor. Yazar, Başar’ın tüm yaşamını şekillendirecek olan güven kaybını, evrensel simgelere yaslıyor. Jung’un arketipsel simgelerinden anne ve baba arketipleri Başar’ın algılarını örgütleyen, bilinçaltını düzenleyen yapılar olarak kurgulanıyor. Koruyucu, yol gösterici, güven sembolü babanın kaybı Başar’da ciddi bir travma yaratırken yaratıcı güç, şefkat ve sevgiyi sembolize eden anne figürünün kayıp baba arketipini pekiştirmesi özyıkım için gerekli sebepleri oluşturuyor. Dünyayı herkesin kendisini bırakıp gideceği- babası gitmişken üstelik- bir yer olarak kodlayan Başar, yalnızlığa sığınarak kendini korumaya alıyor. Hayata tavrı, öfkesini eyleme dönüştürmediği pasif agresifliğin sınırlarında kalıyor hep.
Romanın ikinci anahtar cümlesi, ilkokul öğretmeninin söylediği “Başar’la ilgilenmiyoruz çocuklar. Orada tek başına oturup hatasını anlasın,” (s.52) cümlesi. Başar hayatı boyunca tek başına oturup olmayan hatalarını anlamaya çalışıyor. Tek başınalıkla cezalandırıldığını düşünüp adeta eroin bağımlısı gibi yalnızlığın huzuruna tutunuyor.
Başar, zamanını, dünyayı ve insanları dışladığı kapalı mekânlarda geçiriyor. Yaşadığı Kot 1 ve yaşamak zorunda kaldığı hapishane kendisini ötekileştirdiği, soyutladığı dar kapalı mekânlar. Edebi imge olarak huzurun, sevginin sembolü olan ev Başar için ontolojik huzursuzluğunu besleyen yalnızlık ve mutsuzluk alanı… Evin Kot 1 olması yeraltına inen derinliği vurguluyor. Bu aynı zamanda Başar’ın iç dünyasına, derinine yönelmesiyle, bilinçaltına saklanmasıyla da paralel. Evine, kendine saklanan Başar için dış dünyadan sızan her şey yalnızlığına bir darbe anlamında. Bu nedenle Yasemin’in hayatına girişi, onu hayata doğru çekmesi iç dünyasında ciddi bir gerilime sebep oluyor. Yakalanmaktan, kanamaktan korkuyor…
İntihar etmek üzere çıktığı balkonda tanışıyor Yasemin’le. Balkon metaforunun çağrışımları Başar’ın duygusal dünyasında belirleyici bir unsur. Çünkü hem Yasemin’le hem Betina ile balkonda tanışıyor. -Başar için balkon, aşkı çağrıştıran simgesel bir işlevde. Hem sınırların içinde hem de dışında. Korkularından uzaklaştığı, aşka karışabildiği bir yer.- Aidiyet sınırlarını sorgulayan bir mekân olarak balkon hem içeride hem dışarıda… Hem eve ait hem dış dünyaya… Bir araf niteliğinde Başar için. Ölmek üzere çıkılan balkondan Yasemin ile geri dönmek Başar’ın yalnızlığını bölen parçalayan bir işlev görüyor bu nedenle. Romanın genelinde Yasemin’in değil de Betina’nın ağırlığının hissedilmesi bu anlamda yanıltıcı. Çünkü Yasemin Başar için hayatındaki en keskin viraj. Aşk hayatla uzlaşmayı, hayata tutunmayı sağlayabilen bir duygu. Yasemin, Başar’ı hayata çektiği, kök salmayı gerektirdiği için terk ediliyor.- Yasemin’in gözlerinde ilk gördüğü şey hayatın yaşamaya değer oluşu.- Başar, Yasemin’le korktuğu bir hayatı öteliyor. Yasemin bağlanmak, güvenmek ve kaybetme korkusuyla yüzleşmek demek. Terk etse bile Yasemin hep var. Bilinçaltının karanlık dehlizlerinde hep Yasemin’le beraber. Rüyalarda, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarında… Yasemin varlığa Betina yokluğa bir çağrı Başar için.
Tanrı’nın kapısı anlamındaki Betina, tıpkı Başar Issız’ın “başarısız” ironisindeki gibi zıtlığa gönderme yapıyor. Betina; Allah’ın, toplumun kapısını kapattığı, ezdiği, hırpaladığı bir kadın çünkü.
Betina ile de balkonda tanışıyor Başar. Gittiği bir partide sıkılıp balkona çıktığında görüyor Betina’yı adeta onu bekler biçimde. Betina daha tanışmadan Başar’ın hikâyesine eklenen bir halka aslında. Onları bağlayan düğüm çok önceden İsmail Ağabey ile atılıyor. Balkon metaforu simgesel düzeyde de bu bekleyişi doğruluyor. İsmail Ağabey aracılığıyla Betina zaten hayatın bir yerinde Başar ile karşılaşmayı bekliyor. Başar’ın Yasemin’den sonra bağ kurabildiği ikinci kadın Betina. Gizemli tavırları, sakladığı sırları ile Başar’ı kendine çekiyor. Bilinçaltında yinelenen acıyı, suçluluğu, ölümü pekiştiren bir figür. Başar için aşktan ziyade çocukluğundaki korkuya yakın. Terk edileceğini seziyor Başar. Belki de bu nedenle önce kendisi kaçmıyor.
Ailesiz, korunmasız büyümüş bir kadın Betina. Deniz doğup Derya’ya çevrilen kendini Betina’ya evrilten dik bir kadın. Kişiliği yaşadığı felaketlerle biçimleniyor. Ailesiz kaldığı için korunması gereken bir yerde şiddetten cinsel istismarlara uzanan felaketler zinciriyle tek başına mücadele ediyor. Yaşadıkları onu güçlü ve intikamcı bir kadına dönüştürüyor. Başar gibi hayattan kopmak yerine hayata sımsıkı tutunuyor. İki sarkaç Başar ve Betina. İkisi aynı anda İsmail ağabeye çarptıklarında her şey donuyor. Başar için yitik baba imgesini bir anlamda dolduran, hayata dair tecrübeler aktaran, güven sembolü İsmail ağabey; Betina için acımasızlığın, şiddetin ve intikamın sembolü.
Okur, Betina’nın hikâyesini izlerken gözlerini kapatacağa benziyor. Çünkü insanı insan olmaktan utandıran gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu nedenle toplumsal eleştirinin en sert yapıldığı kısım Betina. Toplumsal yapının erkek egemen değerlerini sorgulayan yazar, tek başına bir kadın olarak hayatta kalmanın bedelini gözler önüne seriyor. Kadını ezen, sindiren eril yapının aksine ne yaşarsa yaşasın güçlü kalan bir Betina kurguluyor. Ve Betina’yı mağdur kadın durumuna hapsetmeyip ona, onu ezen, yaralayan tüm kişilerden intikam alma fırsatı veriyor. Hem de onların anlayacağı şiddet içerikli bir dilde…
Mitoloji, teknoloji ve müzikal unsurların bolca yer aldığı romanda kişilerin yaşadıkları yalnızlık ve yabancılaşmayı alkol ve uyuşturucuya sığınarak gidermeye çalıştıkları da dikkat çekiyor. Yazar bazı kurum, çevre ve kişilerdeki yozlaşmayı durumlar arasına sıkıştırarak sert bir dille eleştiriyor. Kahramanın özyıkımını anlatan bir süreç, popüler kültür eleştirileri ve politik göndermeler ile çevreyi ve toplumu da hedefliyor. Bu anlamda kameranın Başar’a odaklandığı anların arka planında çağın yozlaşan değerleri de sorgulanıyor. Romanı okuduğumuzda gündelik hayatta yok saydığımız, ötelediğimiz birçok gerçekle yüzleşiyoruz.
“Bu kitaptaki kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Ben bile,” diye başlayan roman, Başar’ın aidiyetsizliğini inşa ettiği evine dönmesiyle bitiyor. Üstkurmaca tekniğiyle kurgu dünyadan gelen kahraman, gerçek hayata karışıp yazarla karşılaşıyor. Başar gerçek ve simgesel düzeyde başa dönüyor. Ve biz hayat akarken Başar’ın aynı yerde kaldığını /durduğunu anlıyoruz. Herkesin bir gün gideceği kök inancına saplanan Başar’ın hayata sadece “Başar’la ilgilenmiyoruz çocuklar. Orada tek başına oturup hatasını anlasın,” (s.52) cümlesinden baktığını görüyoruz. Başar büyüyor ama olaylara hep bu cümlenin arkasındaki yalnız çocuk tepki veriyor. Yıllar sonra Kadıköy’de Yasemin’i görmesine rağmen yanına gitmemesi de -intiharı engelleyen- hayata bağlanma korkusunu tekrar yansıtıyor.
Başar’ın romanın içinde harmanlanan kendilik tanımları kişisel mitini tekrar tekrar yaratıyor ve son cümle sayılabilecek şiir dizesi “Bu, kendimle olan savaşımın hikâyesi” Başar’ın tüm hayatını da özetliyor. Kendinle savaştığında kazanırsan kaybedersin aslında, hem galip hem mağlup bir parçalanmışlıkta…
Sessizlik: Çok önceden verilmiş gizli bir karar…
Üstüngel Arı’nın KalemKahveKlavye’deki Yazıları İçin Tıklayın