Kaan Murat Yanık, popüler sınıflandırmaya göre “genç yazar”lardan. Fakat bu sınıflandırmayı kalemin olgunluğuna göre yapacaksak Kaan Murat Yanık’ı ayrı bir yere koymak gerek. Yazma disiplini, yazı ve kurgu üzerine kafa yorma mesaisi, masasının başından ziyade olayların, hayatın içinden hikâyeler derlemesi ve bunları geçmişin mirasıyla harmanlaması gibi daha birçok özelliğiyle karşımıza çıkan Kaan Murat Yanık, Everest Yayınları’ndan yeni romanı “Uzakların Şarkısı” ile yerini daha da sağlamlaştırdı. Uzakların Şarkısı’ndan günün edebiyatına dek sorduğumuz sorulara verdiği ince yanıtlarıyla Kaan’ı konuk etmekten mutluluk duyuyoruz. Keyifli okumalar…
Selam Kaan, öncelikle Uzakların Şarkısı ve imzan için teşekkür ederim. Okurun bol olsun. Nasıl gidiyor tepkiler, yorumlar?
Asıl ben teşekkür ederim, çok zarifsin. Kitap ikinci baskısını yaptı. Hem eleştirmenlerden hem de okurlarımdan gelen tepkiler çok iyi, mutluyum.
Butimar’dan iki küsur yıl sonra geldi Uzakların Şarkısı. Aradaki sürede kitabı yazmak dışında neler yaptın?
Epey şehir gezdim bu süre zarfında. Elbette buna gezmek denirse… Zihnimi tavaf eden cümleler, kelimeler, pasajlar ve karakterlerimle… Normal şartlar altında kitabı Ağustos ayının son haftası yayınevine teslim edecektim hatta arkadaşlarım bu iki yılın stresini atmam maksadıyla bana sürpriz bir tatil bile ayarlamışlardı. Fakat sonuç: Onlar Adriyatik’in mavi sularında yüzerlerken ben kucağımda bilgisayarımla son düzenlemeler bitmeyen düzenlemelerle uğraşıyordum. Romanı ancak Eylül ortası gibi teslim edebildim.
Yazarların kitapları hakkında tespitler yapmaya itilmesinden pek hoşlanmam ama Uzakların Şarkısı’nı daha iyi analiz etmek adına soruyorum: Ben, önceki kitaplara kıyasla daha çok kelime tasarrufu ve daha az lirik ifade gördüm –ki okur olarak ikisinden de memnunum. Anlam yaratmaya çalışırken kurgudan da kısmamışsın. Bu bir tercih mi yoksa kalem tecrübesinin kendiliğinden getirdiği bir şey mi?
Bunu çok güzel yakalamışsın. Ben üniversiteyi bitirdiğim günden sonra kendimi bütünüyle roman sanatına adadım. Yazma serüvenine atılmadan evvel hem Batı’nın hem de Doğu’nun geleneksel, modern ve postmodern kurmaca teknikleri üstünde epeyce kafa yordum. Butimar ilk romanım olması hasebiyle bazen duygu kontrolü noktasında sarkmalar olduğunu kabul ediyorum. Fakat Uzakların Şarkısı’nda tekniği epey öne çıkarmaya çalıştım. Elbette insan yazdıkça öğreniyor. Sevdiğim romancılardan da çok şey öğrendim. Okurken de öğreniliyor tabii olarak.
“Uzakları, çocukluğumdan beri seviyorum”
Önceki soruya bağlı olarak, Uzakların Şarkısı’nı teknik anlamda diğer kitapların neresine koyarsın?
Uzakların Şarkısı, beni en çok yoran çalışmam oldu. Ama diğer tüm kitaplarımın önüne koyarım. Karakterlerimle kurduğum bağ, çok farklıydı. Romanın başkahramanı Zencefil’i omzuma alıp saatlerce yürüdüğümü ve bazen ona sorular sorduğumu biliyorum. Ha keza diğer karakter izohipslerini oluştururken de zaman zaman zorlansam da genel olarak keyifliydi.
Kitabın başında anlatıcımızın bir tür inziva için Kars’a çekildiğini görüyoruz. Bir süre sonra da farklı bir hikâye ve zamana atlıyoruz. Kars’taki ilk bölümlerde bana nedense en çok “sınıra yakınlık” ve “soğuk” imgeleri eşlik etti. Öte yandan, gerçekten de Kars’a gittiğini –önceki romanda olduğu gibi, romanı yerinde yaşayıp yazdığını- biliyorum. Bu imgeler çerçevesinde romanın satır aralarını nasıl yorumlarsın? Daha klişe bir deyişle neden Kars?
Kars’ın benim için çok anlamı var. İlki Kars’ın sahip olduğu kültür, benim öz kültürüm. Yani maniler, ninniler, türküler ve kapsamlı ifadeyle folklorü… Ayrıca askerliğimi Kars’ın ücra bir ilçesinde yaptım. Ama tüm bunların dışında “soğuk” ve “uzaklık” imgesi dedin ya sanırım bilincimin derinliklerinde var olan tanımsız şeyler, bu imgelerle bir ünsiyet kurma çabasındalar. Uzakları, çocukluğumdan beri seviyorum. Soğuk ve kar mefhumlarına gelince nedense kitapçıda dolaşırken raftan rastgele alıp kurcaladığım bir roman eğer karla başlıyorsa ben o kitabı tereddüt etmeden alırım. Karın yağma anı, o dinginlik, saflık çok hoşuma gidiyor. Elbette Orhan Pamuk’ın ‘Kar’ romanını da en az üç kez okuduğumu da söylemeliyim.
Pek çok beyanında Doğu-Batı çatışmasından ve ikisinin arasında durmaktan –belki de arada kalmışlıktan- dem vuruyorsun. Ama yazılarını okuyunca arada durma/kalma durumunun sadece Doğu ve Batıdan ibaret olmadığını hissediyorum. Sözgelimi Kars’ın soğuğunda başlayan hikâyede bir süre sonra kendimizi Hindistan’ın sıcağında buluyoruz. Butimar’da olduğu gibi yine hayalle hakikat, şimdiyle geçmiş arasında muğlak bir yerdeyiz. Beslendiğin şey çelişki mi yoksa sentez mi?
Hem çelişki, hem sentez… Ben Türkiye, İran ve Japon toplumlarında sıkça görülen bir hastalıktan muzdaribim. Yani gelenekten kopamayan, tam anlamıyla modern de olamayan insan tipi… Geleneği seviyorum fakat onu kutsallaştırmıyorum. Yüzüm çoğunlukla Batı’ya dönük ama Batı’nın açmazlarını ve tutarsızlıklarını da biliyorum.
Bunlarla birlikte Klasik Edebiyat ve dahi Klasik Edebiyatın mana dünyasının beni her zaman cezbettiğini söylemeliyim. Binbirgece Masalları, Tutiname, Mesnevî, İlahiname’den tutun da Şehnâme’ye ve Japon mitoslarına kadar. Yani merkeze dini koymadan Doğu’yu yekpare bir şekilde algılıyorum. Türk, Hint, İran, Japon, Arap, Çin hatta Güney Rusya… Klasik Doğu Kültürü’ne dönersek nesrin yanında gazeller, kasideler ve bunların içindeki mazmunlar da ilgi alanımda. Ama bir yandan da bilhassa 16-17. Yüzyıllarda İspanya’da ortaya çıkan pikaresk şövalye romanları ve özel olarak Cervantes ile birlikte kurumsallaşmış kurmaca doktrinine de hayranım. Aşama aşama 18. Yüzyıl İngiliz ve Fransız romanlarına oradan da Freudyen, Lacanist nazarlarla Dostoyevski genelinde Rus Romanı’na… Hastalık dememin sebebi gelenek ile modernizmin, Batı ile Doğu’nun arasında kalıp bunlar arasında bir seçim yapmanın gereksiz olduğunu anlayıp sonra da kafası karışık ve boşluğa evrilen bir karaktere dönüşmüş olmak. Tanpınar da, Orhan Pamuk da Edward Said de bu durumu hiç bitmeyen bir medeniyet krizi ve kaos olarak nitelendirmişlerdir zaten. Muğlaklık benim üslubuma dönüşmüş durumda.
Önceki soruya bağlı olarak, Butimar’la Uzakların Şarkısı’ndaki ortak motifleri de sormak isterim. Zaman sıçrayışları, mitolojik atıflar, ikisinde sıra dışı özelliklere sahip kuşlar var. Tekrara düştüğüne değil, daha çok bir açımlama yaptığına işaret ediyorum. Bu iki romanı, birbirlerinin farklı açılardan farklı tonlardaki versiyonu gibi düşünebilir miyiz?
Genellikle Doğu coğrafyasının mitoslarında ve destanlarında kuşlar ön plandadır. İşte biraz evvel bahsettiğim eser; Tutiname. Bir papağanın ağzından anlatılan iç içe geçmiş masallar yığını. Ayrıca ben Latin Amerika’nın yaramaz çocuklarını çok seviyorum. G. Garcia Marquez, Carpentier, Rulfo… Bu bağlamda onların ürettikleri büyülü gerçeklik akımının parçalarını Doğu’nun kavramsal hale dönüştürmediği bazen geçmişte, bazen ise günümüzde dokusu bozulmamış şeylerle fermante ediyorum. Bu şeyler, eşya, mekan, insan, hayvan veya soyut başka şeyler olabiliyor. Zaman sıçrayışlarına gelince W. Faulkner’in ve J. Joyce’un hiyerarşik bir akımla süren zamana müdahale edişlerini ve hatta kimi zaman zamanı kırıp, yönünü değiştirmek suretiyle işi bambaşka, içinden çıkılmaz bir noktaya taşıma fikirleri üstünde çok çalışmıştım. Zaman her yönüyle çok acayip bir şey. Yeryüzündeki en büyülü kavram benim için. Düşünsene bu konuştuklarımız acaba 100 yıl sonrasında okunacak mı? Bu sebeple zamanı, zembereklerine varıncaya dek irdelemeyi onu bir oyun hamuru gibi kullanmayı seviyorum. En azından bunu romanda yapıyorum. Zamanın bizimle gerçekte oynamasının tam tersi…
“Bugün yazar olmak isteyenlerin birçoğu aslında ünlü olmak istiyor”
Başarıyla uyguladığını düşündüğüm büyülü gerçeklikle temasını Uzakların Şarkısı’nda da koparmamışsın. Tamamen somut gerçekler üzerinde yazacağın bir romandan, yazarı olarak haz alma ihtimalin var mı bir gün, yoksa muğlaklık olmazsa olmazın mı?
Teşekkür ediyorum. Aslında bu soruyu son zamanlarda ben de soruyorum kendime. Şöyle realist bir roman yazsam diyorum. İçinde cinlerin, olağanüstü varlıkların olmadığı, zamanın dümdüz akıp tükendiği, karakterlerin sessiz sakin ve sıkıcı tiplerden oluştuğu bir aile romanı mesela… Bilemiyorum. Okumak istediğim romanı yazıyorum ve hem Butimar, hem Uzakların Şarkısı’nı yazdığım süre beni bu dünyanın dışına çıkarmıştı. Ama somut gerçeklerden kopmadan çok ciddi bir roman yazma isteğim hep diri. Şunu diyerek aslında durumu özetlemek de fayda var. Korkuyorum belki de… Kendimden ve belirsizliklerden… Bu belirsizliklerin içine her şeyi koyabilirsiniz.
Genç ve akranlarına nispeten daha çok tanınan bir yazarı bulmuşken sormak isterim: Öncekilerden farklı bir yayıneviyle çalışıyorsun artık. Türkiye’deki yayıncılığın temel sorunlarını ve nedenlerini nasıl sıralarsın? Yeni yayınevin itibariyle bunların neresindesin?
Everest Yayınları’nın yayın çizgisini, yazarlarını ve yayın politikasını son zamanlarda çok beğeniyordum zaten. Pek değerli yazarlarla yan yanayım. Türkiye’de yayıncılığın temel sorunlarını tek tek saysam çok ciddi söylüyorum bir roman konusu çıkar. Şimdi düşündüm de olabilir ha.. Belki bir gün bu konuyla alakalı olarak başka bir şey yaparız. Çünkü epey doluyum.
Günün edebiyat algısını nasıl görüyorsun? Yayıncılıktan dergiciliğe, dijital platformlarda edebiyat-star olmak isteyen genç adaylara…
Günümüzde nitelikli edebiyatın itibar gördüğünü söylemek yalan olur. Çok fazla yazar olmak isteyen insan var ve bunların büyük bir kısmı aslında yazar değil ünlü olmak istiyorlar. Bir yayıncı dostum şöyle bir şey anlatmıştı: Yirmili yaşlarında bir yazar adayı, yayıncı dostuma dosyasını göndermiş ve tam altı ay boyunca her gün mesaj atıp, arayıp reddedilen dosyasının yayınlanması konusunda baskı yapmış. Sonunda dostum onu bir dizi direktörü ile tanıştırmış, kendisi şu an ülkenin meşhur starlarından ve bir zamanlar yazar olma hayalini hatırlamıyordur bile. Mesele star olmak bu anlamda.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)