Özgür Atmaca’nın, üçüncü bölümünü Tuğba Keskinkılıç’la paylaştığı Kentler ve Müzik serisinin önceki bölümleri için:
Çoğu insan alıştığı kültürün dışına çıkmakta zorlanır. Yabancılar belki. Ama bazen duyduğun-gördüğün şey olağanüstü-dışıysa hayallerinin bile ötesine geçer. İlk kez gittiği kent, doğduğu topraklardan daha çok evinde hissettirebilir. Uzun zamandır sürgündeyken evine dönmüş gibi mesela… Edinburgh görmeden özlenilen, varlığını tattırmamış yokluklar yaratan, “kent” kelimesinin karşılamadığı büyülü elf diyarı gibi..
Bir kız çocuğunun aklına bir hayal düştüğünde, gitmeyi özlediği şehirden beklentisi ne olabilirdi? Kentin yükseklerinde tahtına kurulmuş, onu koruyan, yol gösteren kalesi mi? Heybetli bir kral gibi oturan kalenin karşısında, uçsuz bucaksız uzanan kuzey denizi mi? Özgürlük için çarpan cesur yürekleri mi? Yoksa tüm aidiyetsizliğiyle, evinde hissedeceği yuvanın arayışı mı.? Edinburgh belki biriyken, zamanlar içerisinde hepsi olmayı da başarmış.
İskoçya’nın gözbebeği olan bu kent, ortaçağın tüm gizemini, renklerini ve karanlığını üstüne örterken, güler yüzlü sakinleriyle de ışıl ışıl sokaklara sahip. Diğer yandan şarkılarını korkmadan söyleyen insanların da kenti olmalı ki coğrafyalar aşıp, kuşlara inat saatlerce uçup, yağmurlar boyu inatlaşılan garip ruh halleri de yaşatıyor insana..
Günler geçirdim. Geceler… Fotoğraf karelerine saklandım. Yemekler, hediyeler tükettim. Ama kent gerçek melodisini koysun istiyorum ortaya.
Bir gece camdan içeri ansızın bir mızıka melodisi..
Sesi takip etmeliyim..
Sürprizler var.
Kent müziklerini yakalamaya and içmiş bir süper kahramanın kutsal görevi gibi önce eller cebe sokulur, kulaklıklar görev yerine ve yürüyüş başlar. Melodileri bulmak için bazen en karanlık köşelere bakmak gerekiyor. Saklanıyorlar ama bulunmak ister gibi de usul usul kulağına fısıldıyor Wallace’ın özgürlük şarkılarını, ortaçağın gizemini, yeşilin ve yağmurun tarihini..
Peşine düştüğüm seslerin sonunda elinde gitarıyla, gitarına bağlı mızıkasıyla ve köpeğiyle karşılayan sokak çalgıcısı karşılıyor. Köpeğin ağzında bir şapka var. Önce köpeğin başını okşayacaksın. Sonra ağzındaki şapkanın içini dolduracaksın. Güzel şeylerin bedeli olmalı öyle ya!
Uzun karanlık sokaklar boyunca geçiyorum. Bir grup insan şamatasıyla yanımdan geçerken, ben katedral duvarına omuz yaslayıp tam karşımda duran David Hume’u selamlıyorum. Hatırlayamadığım ünlü bir sözü var mıydı diye düşünüp, yine hatırlayamıyorum. Bu yürüyüş sırasında insanı ele geçiren; buralardan Beatles geçti, Garbage hangi köşede sigarasını tüttürdü, AC/DC konserden sonra siyah birasını nerede içti gibi melodik zihin travmaları da yaşanmıyor değil.
“Duyma, düşünme şimdi,” diyorum, “Sadece müziği takip et.” Bir caz sesi uzaktan ve cılız. Yürüdükçe coşan ve çoğalan. Bir meydan, sanatçıların eserlerini insanlarla paylaştığı. Hemen yanında kahve kokularıyla olayı dramatik bir hale sokan mekânlar. Kokular ve sesler birbirine karışırken adeta her şey müziğin ritmine ayak uyduruyor. Bu travmatik halden uzaklaşmak istesem bile, arsızca beni takip ediyor. Bu mutlu melodi sarmalları son öpücüğünü kulaklarıma kondurduğunda her zaman ki sığınaklardan bir kitapçıda alıyorum soluğu. Tam karşı rafta Shakespeare ve Mozart yan yana beni bekliyor ki bu sokaklarda ikisi de voltaladı. Kendi hislerince ritmi yaratan dahiler diye mırıldanıyorum. Ne mutlu bu kente ayak basan ayaklarıma hatta ayakkabılarıma diye düşünürken, kafamı eğmiş ayaklarıma bakarken saçma bir gülüşle yakalıyorum kendimi. Elimi raflarda gezdiriyorum. Kitaplarda başkalarının sesleri var, yaşanan günler, izler.. Yardımcı olması gerektiğine inanan her satıcı gibi neyi aradığımı soran gözlerle küçük bir huzursuzluk yaratıyor bende. Sanırım buradan da çıkmam lazım. Bu karmaşayı yaşadığım yer küçük ikinci el kitap satan bir dükkân aslında. Ayrılmak zor ama devam etmek lazım.
Caz sustu, mızıka – gitar sustu derken bir halk türküsüyle gayda karşılıyor beni. İzlemek ayıpmış gibi, kafamı öne eğerek sadece dinliyorum. Mikro saniyeler içerisinde aklıma üşüşen; “Kiminin en güzel gününde birleşmesine eşlik eden, bazen de bir aşkın vedasında son görevini yerine getiren, ormanların, yağmurun ve dağ eteklerinde yaşayan o sevimli İskoçların oyuncağı gibi” tebessümünden sıyrılarak yanından usulca geçip gidiyorum.
Bu kentin müziğinde davet filan yok.! Boynunuza sarılıp ayrılığı zorlaştıran, beni hiç bırakma diyen, tüm zafiyetinize oynayan çocukça bir ruh hali var.
Prenses bahçelerinden kralların yoluna sapıyorum. Burası son dönemecim. Aşağı doğru yürürken bir şenlik ateşi gibi bekleyen müziğin ve dansın tam ortasına düşüyorum isteyerek..
Her kültürden insan, çalgı, vücut…
Karnaval havasına çekilen ruhuma karşı koyamıyorum koymak da istemiyorum. Milliyetsiz, renksiz, cinsiyetsiz ve ayırtsız sadece insana karışıp müzikle dönerek gökyüzüne bakmak, ayaklarım yerde gözlerim yıldızlı.. İstesen de duramazsın. Ne görkemli ama..
Gökyüzünde ejderhalar uçuyor, altında kahraman şövalyeler çarpışıyor, herkes orada her şey orada. Bir senfonideki tek bir nota tanesi gibi küçücük ama kocaman, yalnız ama kalabalık bir şarkı gibiyim. Bu kentin tüm seslerini oluşturan küçücük bir ezgiyim.
Görsel: Jack Daly
1981 İstanbul Doğumlu.
SAÜ Türk Müziği Lisans,
KOÜ Yüksek Lisans,
AÖF Sosyoloji
R.John Fowles ,W.A.Mozart ve A.Veysel’i çokça sever..
Profesyonel Öğrenci
Eğitimci, Okur-Yazar
Müzik yazıları yazmaya çalışıyor.
Hocam elinize sağlık. Yine harika olmuş. 3. merakla beklerken şimdi 4. beklyiroz.
Hocam efsaneler üretmeye devam ediyorsunuz. Bu arada 4. bölüm hangi şehir olacak?