Özgür Atmaca’nın KalemKahveKlavye için kaleme aldığı Kentler ve Müzik serisinin diğer yazılarını okumak için TIKLAYIN.
Roma’da hiç bitmeyen bir şarkı yakalamış olmalıyım ki defalarca duymaya gittim. Kente ayağımı bastığım anda bir Mahler senfonisi başlıyor. Şehir, asilzade olmayan beni, her seferinde biraz da havaya sokarak üflemelilerle karşılıyor. Metrodan yukarı çıkan merdivenler ve gökyüzünü gördüğümde davullarla artan gerginlik az sonra Antik Roma’nın ölüm arenası Collesium’a çıkacak bir gladyatör gibi hissettiriyor, olduğum yerde durup bir nefes almam ve hazırım demem gerekiyormuş gibi kendi tiratlarımı yazdırıyordu.
Roma forumları ve toprak rengindeki yapılar Beethoven sakinliği verirken sanırım huzursuz da hissettirebiliyor. Sükûnete ve dünyaya hükmetmiş bu kenti görmeye gelen her insan aslında yarattıkları huzursuzluğun puzzle parçalarını oluşturuyorlar. Tek bir insan karşıma çıkmayana kadar sağdan sola, sokaklardan caddelere sahte turist tebessümleriyle adeta koşuyor, kaçıyorum. Sessizliğin peşinden gerçek seslere doğru bin yıllık kadim ezgilerin peşine düşüyorum.
Pantheon tapınağının tam ortasındayım, merkezinde duruyorum ve kafamı kaldırıp Umberto’nun sarkacını düşünürken buranın şarkısını kafamdaki listelerden seçmeye çalışıyorum. Mozart değil. Bach? Hayır çok sistematik.
Beto 5 ? Hayır, çok ritmik.
Grieg? Evet Grieg. Ama hangisi?
Suit No:1 Morning Mood. Evet tam olarak bu.
Bu aydınlık, bu estetik yapı ve rönesans çizgilerini başka nota kombinasyonu da anlatamaz zaten.
Bir müzisyeni süper kahraman yapan en büyük özellik etrafında oluşan tüm sesleri susturup, temporal kısımda istediği müziği çaldırabilmesidir. Bunu, konuşurken bile yapabilir. Şimdi bu mekânın tüm akustiğini bozan kakafoniyi susturup Edvard’ı sahneye alıyorum. Gözlerim elbette kapalı.
Chopin’in 3 numaralı Si minör piano sonatı karışıktır, yüksektir. Kulağınıza asla sığdıramazsınız ama hep derindir. Güzel olduğunu bilip tarif edemediğiniz türden şiirsel bir eser ve yapıya sahiptir. Tıpkı Poseidon’un hayratı olan, çeşmelerin en heybetlisi Fontana Trevi gibi. İsterdim ki su sesi, heybetiyle insanın lakırdısını boğsun, ezsin geçsin ama insan mutluluk getiren seslere parayı eklediği gün, aşıklar çeşmesi kirlenmeye başlamıştı zaten.
Chopin ve pianosunu alıp hızla uzaklaşıyorum. Poseidon geride kalıyor, suya tutsak Tanrı..!
Roma’nın en yüksek tepelerine çıkıyorum. Mozart’ın 5 numaralı keman konçertolarından bölümler dinliyorum ve o zaman anlıyorum ki bu kum kenti başlı başına bir Mozart Ariettası.
Gece oldu. İnsanlar çekilmeye başladı. Şimdi sahneye gerçek melodi sahipleri çıkacak. Evsizler, müzisyenler, gençler, aşıklar, çöpçüler ve çiçekçiler. Sanırım Roma’nın da şarkısını en iyi onlar yazıp söylüyorlar. Bir sokak müzisyeninin önünde duruyorum ve önündeki kartona “60’lardan geldim, geri döneceğim, para lazım” yazmış olduğunu görüyorum. Bir yandan da gitarıyla Elvis’den şarkılar çalıyor. Tebessüm edip izliyorum. Y kuşağından 60’lar dinlemek de ilginç olmuyor değil.
Her geldiğimde başka bir tondan yakalıyorum şehri. La majör hissettiğim geçen seferden sonra bu ziyaretim nedense heyecan ve kalabalığa rağmen minörlerde seyrediyor. Dar sokaklar vivaçe yazılmış küçük arya ölçüleri gibi. Küçük motorlar ve küçük arabalar bağ işaretiyle uzayan heceleri sırtlayıp götürüyor.
Meydanlarda renk renk meyve satıcıları, çiçekçiler ve ressamların tuvalleri var. Şehrin özünü emanet ettiği ve kulaklarına bilinmeyeni fısıldadığı ışık işçileri gibiler.
Roma sokaklarında amaçsız yürüyor gibiyim. Kendime nasıl bir oyun hazırladığımı anlamıyormuş gibi varacağım yerin de heyecanıyla kulaklığımın birini iyice içeri itiyorum.
Yorulmanın, aksine evrildiği o aşamaya çoktan gelmiş olmalıyım ki hâlâ yürüyorum.
Ve sanırım geldim.
Geldiğim bu yerde duruyorum. Kulağımdaki ağıtın sesini biraz daha açıyorum.
Yanımda şu anda varolmayan 14 yaşında bir çocuk var. Aynı şapelin duvarına bakıyoruz.
O gülüyor. Ben onun gülüşüne gülüyorum.
Aslında bu kentin öyküsünü bu çocuk bitirsin istiyorum. Hoşçakalın.
“ İtalya’ya ikinci gelişimiz. Aslında bu bir konser turnesi. Evet, henüz 14 yaşındayım. Bazen babama kızsam da müziğe olan sevgim her şeyi unutmamı sağlıyor. Ben müzikle oyun oynamayı seviyordum, insanlar o müzikleri dinlemeyi.. O sabah babamla Sistine Şapeli’ne dua etmek için gelmiştik ve içerisi gerçekten çok görkemliydi. Renkler, çizimler, o büyük estetik boşluk içimi dolduruyordu ve gerçekten harikaydı. Fakat mutlu olmak için adeta cennet tasvirlerinin çizildiği bu şapelde mutluluk belirtisi gösteremiyordunuz, yasaktı.
Resimler arasında çocuk gözlerimle oyunlar kurarken şapelde bir anda müzik çalmaya başladı. Olduğum yerde ayaklarım toprağa saplanmış gibi kalakalmıştım. Müzik beni tutuyordu. Müziği iyi bilirim, bu müziğin de üstünde ilahi bir sıralanmaydı. Nefes almamı bile zorlaştırıyordu. Işığa çekilen kelebek gibiydim. Zihnim bulanmıştı. Tanrısal bir koku gibi gözlerimi kapatmaktan ve teslim olmaktan başka çarem yoktu. Bu müzik nasıl olabilirdi, nasıl yazılmış, ne için!? Durdum ve sadece dinledim. Her geçişi duyabiliyordum. Koro’nun Tanrı’ya yakarışı, notaların tek tek bir sonraki sese yumuşacık teslim oluşu. Kulak tütsüsü gibiydi. Nasıl bitti, neden bitti anlamadım ve soramadım. Sadece bitti.
Şapelden çıktığımızda zihnim, kalbim orada kalmıştı. Uzaklaşan sadece ayaklarımdı. Bu müziği oradan almadan dönemeyeceğimi biliyordum. Notalarını istediğimde 140 yıllık bir Vatikan geleneğinden, aforoz edilmekten bahsetmişlerdi. Yol boyunca sustum, konuşmadım. Gördüğüm hiçbir şeyi zihnime yollamamaya çalışıyordum. Aklımda sıkı sıkı tuttuğum müzik desenlerini kirletemezdim. Sustukça etrafımdaki seslerin arttığını hissettiğim için koro partisyonunu kafamda söyletmeye başladım. Bir yandan da ağzımla yaylıları mırıldanıyordum. İşaret parmağım ise hepsini yönetmekle meşguldü. Babam bunların benim için normal olduğunu düşünüyor, dönüp ilgilenmiyordu bile.
Masama oturur oturmaz sadece notaları yazmaya başlamıştım. Durmuyordum. Sadece yazıyor ve mırıldanıyordum. İkinci sesler, partisyonlar, koronun yükseldiği o anlar. Yazdıkça zihnimden kaybolan sesleri hissediyordum. Son notayı yazdığımda aklımın kâğıdın üzerinde olduğunu düşünüp korkumdan sıkıca tuttum notaları. Neye sahip olduğumu kimse bilemezdi. O ân benim neye ve kime karşı zafer kazandığımı bilmeden boşluğa sarıldığım andı.
Masadan kalktım. Yatağıma uzandım. Ellerimi tabuttaymış gibi notalarla birlikte göğsümde buluşturdum.
Kısık bir sesle koro kısmını okuyordum.
Kendimden uzaklaşıyordum.
Biraz daha yükseldim.
Evin üzerindeydim.
İnsanların da üzerinde.
Roma’nın üzerindeydim.
…”
Not; 1770 yılına kadar Vatikan tarafından dışarı çıkarılması yasak olan Miserere Mei Deus ( Acı bana Tanrım) ağıtını W.A. Mozart 2 kere dinledikten sonra zihninden kâğıda dökmüştür. Aforoz edilme cezası taşıyan bu olaydan sonra 14. Papa Clementine küçük Mozart’ın müzikâl dehasını anlamış, huzura çağırıp onu onurlandırmıştır.
Miserere mei, Deus
Görsel: freepik.com
1981 İstanbul Doğumlu.
SAÜ Türk Müziği Lisans,
KOÜ Yüksek Lisans,
AÖF Sosyoloji
R.John Fowles ,W.A.Mozart ve A.Veysel’i çokça sever..
Profesyonel Öğrenci
Eğitimci, Okur-Yazar
Müzik yazıları yazmaya çalışıyor.
Hocam seriyi keyifle takip ediyoruz. Elinizi sağlık, sırada ne olacak.?