Eline gözüne hakim olamayanların nadiren başardığı işlerden biridir sözüne hakim olabilmek… Türlü kültürlerin ve öğretilerin baş öğütlerinden biri olan “Diline hakim olmak” ayağı hayattan kaymış insanlar için pek mümkün değildir.
Hayata tutunmakta gecikmiş ya da çok erken davranıp yine kaybetmiş insanlar, korkularını, nefretlerini ve pişmanlıklarını dökecekleri bir birikinti ararlar. Bu birikinti, melek ve perilerin esin kaynağı olan masmavi bir göl veya kendi rengine vurulmuş bir deniz olmaktan çok, zift kokulu bir boşluktur. Ve bu boşlukta; korku, pişmanlık ve nefret sahiplerinin kusması gereken cümleler kaynar. Kaynadıkça göğe yükselen beddualar, günaşırı gerçekleşen bir savaş içerisinde dualarla karşılaşırlar.
Bu birikintiye kendini ve yaşadıklarını dökmek, kaybedenlerin hayatta kalma becerisidir aslında… Susmak ise insanoğlu için, nefsin terbiye, ruhun şölen kapısıdır. Yüzyıllardır öğütlenen “altın kaplı sükut” insandan insana dolaşıp, pek azında karar kılarak yatıya kalmıştır. Sükuta sahip olabilenler bilmediğimiz bir dilin dağ tepe aşarak seyahat eden dervişleridir. Onların hissettiklerini, ömrü bitince adeta ateşe tutulmuş kağıt gibi yanacak olan bedenler değil, nerede ve ne kadar var olduğunu herhangi bir rakamla asla anlayamayacağımız ruhlar anlayabilir. Onlar, yaratılan her şeyin başka bir mevsimine mensup yağmuru, karı, güneşi ve rüzgarıdırlar. Onlar birbirlerini tanır, tanışmaları baştan kabul ettikleri gibi sessizce ve sükut içerisindedir. Bağırtı, inilti, nida, aralarında barınamaz. Diline hakim olamayan hayat mağlupları ise, cümlelerinin içinde, karanlık birikintilerinde boğulmak üzere en dibe dalarlar.
Hubris de, o dipten taş çıkarıyordu. Ağzından çıkan siyaha boyalı cümleler, yedi rengi hayal kırıklığına uğratıyordu. Ama vazgeçmiyordu Hubris, kendini adadığı gerçeğin içine böldüğü ruhu dilim dilim önüne geliyor, koca ağzı kendini yemeye doymuyordu. Kibir sahiplerinin haz durağıdır ne de olsa, kendi kendini yemeye doyamayıp, kendi tadından şuur yitirmek…
Hubris buraya düştüğünde küçücük bir çocuk değildi ki ona acıyalım, ailesini kaybetmiş bir yetim de değildi, evi de yanmamıştı, kafasında kocaman bir ur taşıyan ölümcül bir hastalığın sahibi de değildi. Hiçbir felaketin uğradığı bir hayatı yoktu. Sabitti, durgundu, durağandı. Acınacak bir tarafı yoktu. Bu yüzden onu affetmek hep zor oldu.
Hubris, doğduğu günden bugüne hep istedi. Doymamacasına istedi. O eşyayı, bu uykuyu, şu insanı, o kıyafeti, bu bedeni, şu parayı, ne bulursa. İstediği gibi aldı da, Tanrı onunla oyununu ters köşeden başlatmıştı. Onu üzmedi Tanrı, istediklerini verdi. Karşılığında ibadet istemedi, şükür istemedi, iyilik istemedi. Sadece Hubris’i dinledi ve istediklerini verdi. Tanrı bunu yaparken alkollü olacak değildi, herhangi bir uyuşturucu maddenin de etkisi altında olmasa gerekti. Bir bildiği vardı her zamanki gibi. Tanrı, Hubris’le kendini denemek istemiş, Evren’in kusursuz mimarı olarak sağlama yapması gerekmişti. Bir şeyler ters gidiyordu çünkü, yarattıkları ona değil kendilerine tapıyor, yok ediyor, tüketiyor ve giderek aptallaşıyorlardı. Tanrı elbette aralarında aptalların, doyumsuzların ve katillerin de olacağı bir dünya tasvir etmişti ama bu kadarı fazlaydı. Her şey çok fazlaydı; mevsimler, günler, geceler, sabahlar, kadınlar, erkekler, çocuklar, hayvanlar, yakarışlar, küfürler, şarkılar, sesler, düşler, hepsi çok
fazlaydı. Bir yerde yanlış yaptığını düşündü Tanrı, belki de yavrularına fazla yüklenmişti, onlara çok fazla sorumluluk verip fazla şey beklemişti. Kendi yapamadıklarını çocuklarına yaptırmaya çalışan sivri dişli ebeveynler gibi davranmıştı. Olamaz mıydı, elbette olabilirdi. Sanıldığının aksine Tanrı da hata yapardı ve neticede dünya da hatalı bir eskizden başka bir şey değildi.
fazlaydı. Bir yerde yanlış yaptığını düşündü Tanrı, belki de yavrularına fazla yüklenmişti, onlara çok fazla sorumluluk verip fazla şey beklemişti. Kendi yapamadıklarını çocuklarına yaptırmaya çalışan sivri dişli ebeveynler gibi davranmıştı. Olamaz mıydı, elbette olabilirdi. Sanıldığının aksine Tanrı da hata yapardı ve neticede dünya da hatalı bir eskizden başka bir şey değildi.
“Buna bir son veriyorum!” dedi o gün Tanrı. “İstemekten vazgeçip sadece istenileni vereceğim!”
Bir anda gaza gelip o an yaratacağı tüm bebeklerin kaderini bu doğrultuda çizecekti ki baş danışmanı, garip isimli melek onu durdurdu. “Yapmayın efendim. Baş edemezsiniz bu durumla… Öncelikle deneyin, birine bu hakkı tanıyın, hesabınıza uyarsa diğerlerini de böyle yaratırsınız bundan sonra…”
Tanrı kaşlarını oynatarak dinledi meleği. Dediklerini anlayamadı önce, çünkü meleğin kaftanındaki taşları incelemekle meşguldü. Konuşma bitince bir cevap vermesi gerektiğini hissetti ve meleğin cümlelerini yeniden gözden geçirdi. O bir Tanrıydı ne de olsa, dinlemese de bilirdi karşısındakinin ne dediğini… Bu sefer anladı, anlamakla kalmayıp onayladı meleği. Etrafındakilere bir kura çekmeleri gerektiğini söyledi. Yanındaki bütün kutsal tiplemelerin en eskisi, o an yaratılacak çocuklardan her birini numaralandıracak, kazanan numara, Dante’nin yan komşusu olan cehennemin kapısında yanıp sönecekti. Işıklı numaranın sahibi çocuk ise, şansın en kutsalını göbek bağına dolayacaktı. Görev zordu ama Tanrı için zor diye bir şey yoktu. Babalarının penislerinden annelerinin rahmine fışkırmayı bekleyen sayısız çocuk, saniyeler içerisinde numaralandırıldılar. Heyecan dolu bekleyiş ışık hızıyla sona erdi; kazanan 666 numarasının sahibi Hubris’ti. O saniyede Hubris’in annesi, babasını “gene içine boşaldığı” için, Tanrı da yanındakileri “çocuklardan birine şeytanın alan kodunu verdikleri için” azarlıyordu. Artık yapılacak bir şey yoktu, ne de olsa Tanrı oyunun sahibiydi, mızıkçılık
yapamazdı. İçi pek rahat etmeyerek Hubris’in pür-i pak kaderini yazdı.
yapamazdı. İçi pek rahat etmeyerek Hubris’in pür-i pak kaderini yazdı.
Buralarda ayrıntıya gerek yok, her şeyin tekdüze olduğu bir 37 sene kimsenin ilgisini çekmez ne de olsa. İstediği her şeyi ama her şeyi yaptı Hubris. Yedi, içti, uyudu, kalktı, kazandı, başardı, sevildi, alkışlandı. Sıfır kayıpla doldurdu hayatını. İnsanların gıcığına da gidemiyordu çünkü sevilmek onun en sevdiği
şeylerden biriydi. Oyun baştan belliydi; Hubris ne derse o!
şeylerden biriydi. Oyun baştan belliydi; Hubris ne derse o!
Fakat bir gece yarısı kendini cam kenarında buldu her istediği olan 37 yaşındaki adam. Bir anda “Yazmak istiyorum!” dedi. “Ben, çok satan romanlar yazmak istiyorum.”
O sırada Tanrı, yaz günü yağmaları için kar tanelerini ikna etmeye çalışıyordu. Azıcık eğlenmek istemişti canı, aşağıdakileri şaşırtmak ona iyi gelecekti.
“Bak bir on sene sonra da kırmızı yağarsınız, ne güzel olur” diyordu ki, garip isimli, taşlı kaftanlı melek gelip Hubris’in gece yarısı dileğini söyledi. “Yazmak mı?” diye kalakaldı Tanrı. 37 yıldır imza atmak dışında yazınsal bir isteği olmayan bir adam neden durup dururken yazmak istesindi? Sorgulamaya hakkı yoktu, kabul etti. Ve sorgulamanın insanı kafirliğe götüreceğini iddia eden Tanrı, sorgulamadan Hubris’in istediğini yaptı.
5 ay 8 gün 3 saat ve 48 dakika içinde yepyeni bir roman yazdı Hubris. Dönemin ünlü bir yayınevine götürür götürmez basılan roman, ne hikmettir ki kısa bir sürede büyük bir satış başarısı yakaladı. Bugüne kadar adı sanı duyulmamış bir adamın bu sivri çıkışı, fularlarıyla boyunlarını kırmaktan bir adım geride duran güncel entelektüellerin ilgisini çekti. Kimi romanı şaheser olarak nitelendiriyor, kimi ise amatörce ve avam buluyordu. Kimin ne dediği pek belli olmasa da, sadece roman hakkında konuşmak bile satışları beşe katlamaya yetiyordu. Hubris kanal kanal gezmeye, çarşaf çarşaf röportajlar vermeye başlamıştı. Kendi adına hayran sayfaları açılıyor, e-posta adresine sevgi dolu iletiler yağıyor, evinin kapısının önünde kahve-sigara-kitap sevdalısı gençler kümeleniyordu. Sosyal medyada büyük yankı uyandıran kitap, ojeli-ojesiz, taraklı-taraksız, dövmeli-dövmesiz bütün ayakların yanında, sanki ayak göstermeyenler kitap okumuyormuş gibi kendinden emin şekilde boy gösteriyordu.
Hubris roman yazmaya devam etti. Kitap üç ayrı cilt olmuş, yazarını parasal ve egosal açıdan ihya etmeye devam ediyordu. Hubris ülke tarafından bilge kabul ediliyor, nefret edenleri günbegün azalıyor, kendini elinde kavalıyla köyü dolaşan fare toplayıcısı olarak görüyordu.
Gene bir gece -ah lanet olası geceler- Hubris Tanrı’ya seslendi. “Artık senden bir şey istemeyeceğim. Daha fazlasında gözüm yok.”
Tam bu sırada Tanrı, yüce divanıyla oturmuş bir milyar yıl sonra erkeklerin de doğum yapmasını mümkün kılacağını anlatıyordu. Garip isimli, taşlı kaftanlı meleğin Hubris temalı haberini, şaşırarak, hemen akabinde mutlu olarak dinledi.
Hubris’in sınırını çizmesi, Tanrı’nın kendi kendine yaptığı deneyinin başarıya ulaştığını gösteriyordu. “Aferin Hubris” dedi Tanrı, “Sana benden bir büyük sevap bonusu!” Hubris, Tanrı’ya “Yeter” dediği günden sonra, popüler hayatına gene devam etti. Yazdığı romanlarını anlattı, insanları dinledi, bu arada iki yaş daha yaşlanıp 39 oldu. 7 adet kadınla sevgili oldu, 19 kadınla da sadece sevişti. 3 tane kedi aldı, 73 tane karınca ezdi. 4 tane sağlam dost edindi, 13 kişi hakkında gıybet etti. Günler böyle ilerlerken bir anda sosyal medyada Hubris’in kitapları hakkında “kutsal kitap”, kendisi hakkında ise “Son Peygamber” benzetmeleri başladı. Bunları başta dikkate almayan Hubris, konunun üzerinden üç Çarşamba geçtikten sonra hükümet yanlısı bir medya patronunun bol reyting alan programında “Ben kendimi Tanrı gibi görüyorum evet.” cümlesini fanilerin ve kutsalların hayatlarının ortasına bomba gibi bırakıverdi.
O günden itibaren onu öldürmek isteyen fanatik din taraftarlarının karşısında, Hubris’in kendi “müritleri” de yerlerini almaya başladı. Sayısız insan Hubris’in kitabının hayatlarını değiştirdiğini, onun yaratıcının bir yansıması olduğunu, geçtiği yerlerin ışıkla bezendiğini, rüyalarında arşa yürüdüğünü iddia ediyordu. Gene sayısız insan ise Hubris’in şeytana taptığını, bu olayların kıyamet alameti olduğunu, Hubris’i sevenlerin kedi kestiğini, bütün bu talihsiz serüvenin başlangıcının metal müzik, dolayısıyla Black Sabbath olduğunu savunuyordu.
Aşağıda bunlar olurken Tanrı, Hubris’in doyum içinde gelen doyumsuzluğunu büyük öfkeyle karşılamış ve baştan 72 sene olarak belirlediği bol kepçe ömrünün derhal 39 yılla sınırlı kalmasını emretmişti. Bu terbiyesizliğin cezası ölüm olmalıydı ve Hubris’e gereken cevabı hemen şimdi verecekti. Tanrıcılık oynamak da neyin nesiydi? Hani tamamdı, hani daha istemiyordu? Kainatın sahibi olmak mıydı tevazu?
“Vur” emrini vermek üzereyken aklına daha şahane bir fikir geldi Tanrı’nın.
“Hayır, ölmesin.” dedi.”Daha çok roman yazsın ve yazdığı her şeyi yiyerek yaşayabilsin.”
Hubris o gece nereden geldiğini anlayamadığı bir aşkla sabaha kadar yazdı. Roman bitmeden sosyal medya hesabına şöyle yazdı:
“4. Kutsal kitap geliyor, son cümleyi birazdan yazıyorum.”
İleti milyonlarca beğeni ve küfür aladursun, Hubris iletiden tam 19 dakika sonra yazdığı tüm cümleleri, kağıdıyla birlikte kopartıp yemeye başlamıştı.
Neden kağıt yediğine anlam veremiyor, ama kağıtlarını yiyerek bu güne kadar yaşamadığı hazzı yaşıyordu. Son sayfayı yedikten sonra artık ölmesi gerektiğini düşünerek yatağına uzandı. Ölümün kendisine bu şekilde geleceğini hiç düşünmemişti ama sorun yoktu, çok acı çekmese yeterdi. Gözlerini kapatıp beklemeye başladı.
Maalesef ölmedi.
Ertesi gün yeniden hayata başladı.
Hiçbir şey olmamış gibi. Zaten bir şey olduğu da yoktu, sadece kocaman bir romanı yemişti.
Hiçbir şey olmamış gibi. Zaten bir şey olduğu da yoktu, sadece kocaman bir romanı yemişti.
Bir süre kağıt görmek istemediğini düşündü ve bilgisayarını açtı. Yazı yazmasına yardımcı olacak hiçbir dosya çalışmıyordu. Bilgisayarının bozulduğunu düşünüp telefonuna sarıldı. Telefonu da tek harf yazmadı. Hubris’in canı sıkıldı. Boyut üstü bazı mevzular olduğunu fısıldayan iç sesini azarladı. Ne de olsa kendisi kutsal insandı, kutsal insanların başına lanetler gelmezdi. Evden çıkıp birkaç tur attı, bir bira içti, arkadaşlarına gitti. Dün geceki ve bu sabahki durumu aklından silmeye çalıştı. Gitmeyi çok sevdiği bir yerin yolunu tarif ederken, tarifi anlamayan arkadaşına yardımcı olmak için, mekanın krokisini peçeteye çizdi. Kroki biter bitmez peçeteyi ağzına attı.
Artık ne yazsa yiyordu Hubris. Daha da kötüsü, kalem dışında hiçbir şey, yazmasına izin vermiyordu. Teknolojik aletler ona harflerini kapatmıştı, hangi harfin tuşuna bassa sonsuz bir kuyu onu dibe çekiyordu. Olaydan beş gün sonra “O zaman ben de yazmak istediklerimi başkasına anlatırım, o yazar” diye düşünerek, kendi dehasına hayran kaldı.
Hubris, yeni romanını anlatacağı arkadaşına giderken, o sırada Tanrı insanların da fotosentezle beslenebilecekleri bir hayatın tasvirini yapıyordu. Garip isimli ve taşlı kaftanlı meleğin Hubris ile ilgili gelişmeleri aktarmasının ardından keskin bir kahkaha attı. “Ağzını mühürleyin, konuşamasın.”
Bu emirden sonra dili de bağlanan Hubris, romanıyla ilgili girdiği iletiden yaklaşık 6 ay içinde hakkında yapılmış milyonlarca deli, meczup, çarpılmış, lanetlenmiş yorumları arasında bütün hayranları tarafından terk edildi. Romanları piyasadan toplatıldı çünkü yayınevleri onunla ilgili herhangi bir metni basmayı göze alamazdı. Hubris, evinden çıkmıyor, kağıt dışında herhangi bir besin maddesini midesi almıyordu. İntihar etmeyi her gün deniyor, ama hiçbirinde başarılı olamıyordu. Nedeni basitti; Tanrı ölmesini istemiyordu. Böyle böyle 72 yılı doldurdu Hubris. Ülkenin yeni nesil Tanrısı olmakla, şarlatan olmak arasında bir ömür tüketti. Ölüm gelip çattığında evin içinde, komşuları gıcık edecek kadar bağırıyordu:
–
Sayfalarca yazmalıyım, sayfalarca! Hiç durmadan, durmak bilmeden yazmalıyım. Kendimi unutmalıyım, bırakın beni! Tutmayın kollarımdan, çekilin yanımdan! Hiçbirinizi istemiyorum artık, sadece yazmak istiyorum. Ruhumu cümlelere sattım, ödemesi hayatla yapıldı. Hayatımı, kokusuna karıştığım sayfalara döktüm, bırakın kendi kendimi zehirlemeye devam edeyim, zira panzehirine tav olacağım başka bir hayat yok benim için. “
Sayfalarca yazmalıyım, sayfalarca! Hiç durmadan, durmak bilmeden yazmalıyım. Kendimi unutmalıyım, bırakın beni! Tutmayın kollarımdan, çekilin yanımdan! Hiçbirinizi istemiyorum artık, sadece yazmak istiyorum. Ruhumu cümlelere sattım, ödemesi hayatla yapıldı. Hayatımı, kokusuna karıştığım sayfalara döktüm, bırakın kendi kendimi zehirlemeye devam edeyim, zira panzehirine tav olacağım başka bir hayat yok benim için. “
Alt komşusu Nazan Hanım ya sabır çekerek gene polisi aramaya davranırken, gayet basit bir şey oldu.
Hubris’in nefesi bitti.
Tanrı’nın yanına gitti.
Tanrı onu cehenneme yolladı.
Adının anlamını sormayı da unutmadı.
Deneyinin başarısız oluşunu bir sonraki deneyin başarılı olma işareti olarak gördü.
Kendine yeni bir kurban seçti.
Görsel: Sado Sathanas – Nomos Hamartia Albüm Kapağı
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.
Mükemmel.
http://ziamonozia.blogspot.com.tr/2013/11/tanr.html